Aradığınız Kitabın Adresi İndirimler ve Kampanyalar 19 Yıldır Güvenle

“Yaşama olanaklarının daraltıldığı toplumda insan da önemsizleşir.”

Şubat 2022

Tanıyanları için hiçbir ek açıklama yapmaksızın Ekrem Işın adını anmak yeterli. Ele aldığı her sahada inebildiği kadar derinlere inen; daha önce fark edilmemiş, bakılmamış, görülmemiş şeyleri titizlikle bulup çıkaran ve karşımızdaki bulanık fotoğrafı her çalışmasıyla biraz daha netleştiren bir isim Ekrem Işın. Edebiyatçı, gündelik hayat ve tasavvuf tarihi araştırmacısı, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü kurucu yöneticisi… Peş peşe sıraladığımız bu sıfatlar çalışmalarını anlamakta ve kendisini tanımakta pek yardımcı olmuyor bize. Birbiriyle çok yakın görünmeyen bütün çalışma alanları tek bir amaca hizmet ediyor; insanı tanımak ve anlamak. Ömrünün elli yılını bu çabayla geçirdikten sonra sadece bulduğu cevaplar değil, sorduğu sorular da bambaşka anlamlar kazanıyor. Şu sıralar en zor olanla, kendinin üstesinden gelmekle uğraştığını söylüyor Ekrem Bey. Yani bu söyleşi, toplumsal meseleler kadar ‘insanın anlam arayışı’na da ışık tutuyor. İyi okumalar dileriz…


Ekrem Işın

Çocukluğunuz nasıl bir ortamda geçti? Nasıl bir aileye doğdunuz?

1955 Ankara doğumluyum. Aile İstanbul Fatihli, yani eskilerin deyişiyle Nefs-i İstanbullu. Dedem Bedrettin Bey 1891’de doğmuş. Darülfünun Ulûm-i Tabiiye Şubesi mezunu. Aldığı eğitimin özü pozitivist. Dolayısıyla siyasi açıdan Jöntürk hareketini, modernleşmeyi destekliyor. Öte yandan babası Ahmet Efendi, yani büyük dedem Yıldız Sarayı’nda Abdülhamit’in marangozhanesinde görevli. Padişah, her ay saray halkının çocuklarına eğitimleri için maddi yardımda bulunuyor. Dedem, “Kızıl Sultan’ın parasını istemem!” diye geri gönderiyor. Ahmet Efendi’nin içine düştüğü bu açmaz beni hep düşündürmüştür. Bedrettin Bey, bizim ailenin hemen her üyesinde bir kişilik özelliği olarak gözlemlediğim bu isyan ahlâkının tutarlı bir temsilcisiydi. Kendi kendine yetebilmeyi, kimseye yamanmadan, boyun eğmeden yaşama anlayışını oğluna miras bırakmış olacak ki ben de babamdan bugün için artık hiçbir anlamı kalmamış “kimseden ricacı olma, minnet altında kalırsın” düsturunu devraldım.

Bedrettin Bey’in Cumhuriyet’in kurucu kadrosuyla teması var mı?

CHP ve Türk Ocakları üyesiydi. Cumhuriyet’in ilk maarifçi kuşağına mensup olması nedeniyle elbette bu çevreyle ilişkisi vardı. 1969’da vefat ettiğinde ben on dört yaşımdaydım. Akıl edip yaşadıklarını anlattırmadığıma yanarım. Kardeşi Tıbbiye’de öğrenciyken silah altına alınıp Çanakkale’ye gönderilmiş ve orada şehit düşmüş. Bunu anlatırken gözleri dolar, “Bir devirdi, geldi geçti” diyerek suskunluğa gömülürdü. Savaştan sonra yeni bir ülke kurmak için kolları sıvayan idealist bir kuşak. Doktorlar, eğitimciler, hukukçular, teknik elemanlar, askerler gibi belli meslek grupları Anadolu’yu kalkındırmak için sürekli hareket halindeler. Görev yerleri kısa aralıklarla değişiyor, daha yerleşmeden tayinleri çıkıyor. Dolayısıyla bu insanların doğru dürüst bir aile hayatları olmamıştır. Dedem, Darülfünûn’u bitirdiği 1912’den emekliye ayrıldığı 1954’e kadar Erzurum, Sivas, Kastamonu, Balıkesir, Sinop ve Samsun’da öğretmenlik ve yöneticilik yapmıştı. Siyasilerden çok kültür insanlarından oluşan bir çevresi vardı. Balıkesir Muallim Mektebi’nde birlikte mesai sarfettiği edebiyat öğretmeni Abdülbaki Gölpınarlı’yla yakın arkadaştılar. Bazı sohbetlerde adı geçtiğinde ondan “Bizim Molla” diye söz ettiğini hatırlarım. Öğrencileri arasında Sabahattin Âli ve İlhan Berk vardı. İlhan Bey babama sanki bir dede mirası olarak kalmıştı. Arkadaşlıkları Sinop, Samsun ve Ankara’da aralıklı olarak devam etti.

Nezih Cansel Samsun’da. Bir genç şairin dünyası. [Ekrem Işın’ın babası Nezih Cansel Samsun’da. Bir genç şairin dünyası.]
Nezih Cansel (1921-1997) Sinop’ta kütüphanesinin önünde. Bu ceviz kütüphane Sinop Mahpushanesi mahkumları tarafından yapılmıştı. [Nezih Cansel (1921-1997) Sinop’ta kütüphanesinin önünde. Bu ceviz kütüphane Sinop Mahpushanesi mahkumları tarafından yapılmıştı.]

Ekrem Işın’ın annesi Havva Cansel (1936-2015) [Ekrem Işın’ın annesi Havva Cansel (1936-2015)]

Gölpınarlı’yla bağlantıları devam ediyor muydu?

Gölpınarlı’yı bir defa dedemle birlikte Ankara Ulus’taki Akman bozacısında gördüm. Türk Dil Kurumu’na gelmişti. Bedri Bey pozitivist, Gölpınarlı ise mistik. O zamanlar insanların arası bugünkü gibi sorunlu değil. Dönemin idealleri etrafında toplanabilme yetenekleri yüksek; bu da onlara ortak bir kültür zeminini geliştirme olanağını veriyor. Dedemin son eşi Adalet Hanım bir Kürt toprak ağasının kızıydı. Notre Dame de Sion mezunu. Kültürlü bir kadın. Maarifçi bir ailedir bizim aile. Çocuklar ve torunlar içinde ilkokul, ortaokul öğretmenleri, üniversite hocaları var. Amcam Prof. Dr. Erol Cansel, 12 Mart döneminde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanıydı.

Babanız nasıl biriydi?

Babam Nezih Cansel, 1921 doğumluydu. Onun hikayesi biraz trajiktir. 12 yaşında bir kemik hastalığı geçiriyor. Gördüğü yanlış tedavinin de etkisiyle yürümekte güçlük çekiyor. Bu nedenle düzenli bir tahsil yapamamış. Ortaokul ve lise bitirme imtihanlarına dışardan girmişti. Evde olduğu, okula gidemediği için hep kitaplarla haşır neşir. Şiire merak salmış. Halkevleri çok etkili o yıllarda. Oralarda bir araya gelen bir muhit var. Taşralı şairlerin hepsi birbirinden haberdar. Fethi Naci hatıralarında bu tanışıklığa değiniyor. Ahmet Oktay, Attila İlhan, İlhan Berk Ankara döneminde babamla ilişkilerini sürdürdüler. Babam ilk şiir kitabı Arka Sokak’ı 1946’da çıkarıyor. Garip şiiri çizgisinde yazıyor, başarılı da oluyor. Kaynak’ta, Varlık’ta şiirleri çıkıyor. İkinci kitabı Fener Bekçisi’nin yayın tarihi 1949. İlhan Berk o sırada uzun dizeli şiirler yazıyor. Galiba İlhan Berk’ten etkilenmiş, ikinci kitabında uzun dizeli, öyküsü olan şiirlerini toplamış. Ben doğduğumda artık şiir yazmayı bırakmıştı.


Arka Sokak - Nezih Cansel [1946’da basılan ilk kitap. (Turhan Gürkan’la birlikte). Kapak: Eflatun Nuri.]
Fener Bekçisi - Nezih Cansel [1949’da basılan ikinci kitap. Kapak: Eflatun Nuri]


Ankara’ya ne zaman geliyorlar?

Erol amcam Ankara Hukuk Fakültesi’ne öğrenci olarak girince dedem 1952’de emekliye ayrılıp ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşiyor. Ben 1955’te yabancı elçiliklerin yoğunlaştığı Kavaklıdere’de doğdum. Annem Karadenizli, Sürmeneli. Mücadeleci bir kadındı, dirençliydi. Sonuçta babamı hayata kazandırdı. Okuma merakını babamdan almıştı.

Bedrettin Bey’in, bir İttihatçı olarak portresi (1891-1969) [Ekrem Işın’ın dedesi Bedrettin Bey’in, bir İttihatçı olarak portresi (1891-1969).]

Bedrettin Bey, Mütareke yıllarında dava arkadaşlarıyla [Bedrettin Bey, Mütareke yıllarında dava arkadaşlarıyla.]

Kütüphanesi olan bir evde büyüdünüz o halde?

Bizimki deyim yerindeyse bir aile kütüphanesi. Birbirini izleyen üç kuşağın okuma merakı bu kütüphanenin omurgasını oluşturmuştu. Dededen kalanlar daha çok Osmanlıca tarih kitapları, bazı vilayet salnameleri, bir miktar da hatırattan ibaretti. Tam takım olmasa da Mecmua-i Fünun ve Servet-i Fünun dergileri de vardı. Dedem vak’anüvis tarihlerini büyük bir tutkuyla okur, sayfa kenarlarına notlar alırdı. Elinde gördüğüm en son kitaplar Naima Tarihi ile Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ydi. Her ikisini de Zuhuri Danışman yayımlıyordu. Zuhuri Danışman ilginç bir yayıncıydı. Kitaplarını forma forma çıkartıyor, kurduğu abonelik sistemiyle abonelerine gönderiyordu. Formalar kalınca bir kâğıtla paketlenmiş ve eski usul sicimle bağlanmış olarak postayla gelirdi. Ciltler tamamlanınca cilt kapakları gönderilirdi; ciltleme işi babama aitti. Küçük tezgâhında bu eserleri ciltlemesini izlemek, hatta dayanamayıp ciltlemeye kalkmam benim kitapları keşfetmemin belki de sonradan farkına vardığım başlangıcıydı. Sürülen zamkın kokusunu, mengene yerine kullanılan döküm metallerin ağırlıklarını şimdi bile hissedebiliyorum.

Babanız nasıl bir katkıda bulunuyor bu kütüphaneye?

Babamın kütüphanesi 1930’lu yıllardan başlar, özü itibariyle bir edebiyat kütüphanesidir. Son Osmanlı kitapçılarının bastıkları yanında Hasan Âli Yücel’in kurduğu M.E.B Klasikleri, Remzi’ler, Varlık’lar ana toplamı oluşturuyordu. Aslında bu yayınlar, o dönemde okumaya meraklı pek çok insanın kütüphanesinin temel taşlarıydı. 1950’lerden sonra yayıncılık sektörü genişlemeye başladı; özellikle 27 Mayıs’tan itibaren sol yayıncılar da devreye girmekte gecikmediler. Bu zenginlik 1965’ten itibaren bizim kütüphanemize de yansıdı. Babam neredeyse her akşam iş dönüşü, kâğıtla ambalajlanmış birer ikişer kitabı, dedemin dikkatinden kaçırarak eve getirmeye başlamıştı. Bu kitapların kapaklarında resim yoktu, yazar olarak da o zamana kadar hiç duymadığım isimlerle karşılaşıyordum: Karl Marks, Friedrich Engels, V.İ. Lenin.

Genç Cumhuriyet’in başkentindesiniz. Ankara henüz aydın sınıfın gözdesi. Nasıl bir muhit hatırlıyorsunuz?

İlkokula başlayacağım sıralarda Çankaya’ya taşındık. Adalet Partisi’nin ilk iktidar dönemi henüz başlamamıştı. Ama havanın değiştiğini hissedebiliyordum. Memurların, özellikle bürokratların altın çağıydı o yıllar. Dedem emekli maaşıyla müstakil bir ev alabilmişti. Kavaklıdere’deki müstakil ev geleneği bu defa Çankaya’da devam ediyordu. Yakup Kadri de bir Çankaya sakiniydi. Hayal meyal köpeğini gezdirdiğini hatırlıyorum. Tanımıyorum tabii, sonradan Yakup Kadri olduğunu öğrendim. İsmet Paşa’yı görürdük. Ünlü Pembe Köşk’ü, TBMM’yi Çankaya Köşkü’ne bağlayan caddenin üzerindeydi. 1960’lı yıllarda Çankaya tam anlamıyla bir Amerikan kasabasıydı. Yanımızda zenci bir astsubay oturuyordu. Amerikan filmlerinden âşina olduğumuz o ünlü, sarı renkli “school bus”lar çocukları her sabah okula götürürdü. Amerikalı askeri personel ise gri renkli ordu otobüslerine binerdi. Bugün Atakule’nin bulunduğu yerde Amerikan Subay Gazinosu vardı. Kendi çocuklarıyla beraber beni de gazinoya götürürlerdi. Elvis Presley ve Bob Hope’un gösterilerini hatırlıyorum. Bu etkinlikler kapalı devreydi ve kimsenin haberi olmazdı. Bu sanatçılar daha sonra Vietnam’a askere moral vermek için giderlerdi. Savaş Vietnam’da bütün vahşetiyle devam ediyordu ve benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Komşumuz zenci subay görevini tamamlayıp ailesiyle birlikte yurduna döndü. Bir gün aynı bahçede kendi kendine oynayan, benim yaşımda bir çocuk gördüm. Yanına gittim, tanıştık. Yeni taşınmışlardı. Babası son derece kibar bir insandı. Elinde çantası, özel şoförünün taşımasına yardımcı olduğu dosyalarıyla her sabah evden çıkıyor, akşam yine aynı şekilde biraz düşünceli, elinde alışveriş paketleriyle geri dönüyordu.


Ekrem Işın - Çankaya’da Mr. Eddie’nin köpeğiyle (1961) [Ekrem Işın, Çankaya’da Mr. Eddie’nin köpeğiyle (1961)]

Kimdi o adam?

ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aptullah Kuran’dı. Benimle misket oynayan, gazoz kapağı koleksiyonu yapan oğlu da daha sonra tanınmış bir iktisatçı ve sosyal tarihçi olacak Prof. Dr. Timur Kuran. Ben o sırada, yani 1962’de ilkokula başlamıştım. Daha önce okuma yazmayı babaannemden öğrenmiştim. 1964’te Zıpzıp adlı bir çizgi roman dergisi yayın hayatına girmişti. Derginin özelliği renkli olmasıydı. Okulda da yine renkli basılmış Canlı Alfabe’yi okuyorduk. Bu belki önemsiz sayılabilecek ayrıntı bana hayal dünyasının kapılarını açmıştı. Bu kapıdan içeri girdiğimde ilk karşılaştığım yazar Jules Verne oldu. Timur çıtayı biraz daha yükseltti. 1965’te Ian Fleming’in James Bond romanları çevrilmeye başlamıştı. Bununla da kalmadı, 007 Rusya’dan Sevgilerle, Dr. No filmleri gişe rekorları kırıyordu. Timur’un “Işın sen de oku” tavsiyesiyle bu romanların çekiciliğine kapıldım. İşte kütüphanemizin bana ait olan üçüncü dönemi böylesine naif bir merakla şekillendi. O zaman daha Ekrem değilim, Işın’ım.

İsminizi mi değiştirdiniz?

Asıl adım Ekrem Işın; aile içinde ve yakın çevremde Işın olarak bilinirim, soyadım Cansel. Yazıp çizmeye başladıktan sonra kısa bir isim yaptım kendim: Ekrem Işın. Kısa, akılda kalıcı. Timur beğendiği kitapları söylüyor, alıp okuyorum. Beraber Kızılay’a inip, kitapçılardan kitap alıyoruz. Sonra pul biriktirmeye başladık. Ben beceremedim, o devam etti. O zamanlar çocuklar böyle şeylere özendirilirdi.

Hangi okullara devam ettiniz?

Mimar Kemal İlkokulu’nda başladım. Mimar Kemalettin’in 1927’de inşa ettiği bu köklü Cumhuriyet klasiğinin öğrencileri arasında Bülent Ecevit, Altan Öymen, Çetin Altan, Murat Karayalçın, Ahmet Oktay, Orhan Pamuk, Can Dündar var. Liste uzar gider. Ortaokulu yeni yapılmış olan Kocatepe’deki Mimar Kemal Ortaokulu’nda, liseyi Çankaya Lisesi’nde okudum. Bütün bu yıllara dönüp baktığımda iki öğretmenimin bende iz bıraktığını görüyorum. Züleyha öğretmenden okuma yazmayı öğrenmiş, Gülçin öğretmenden edebiyat zevkini almıştım. Bir öğretmenin öğrenci üzerindeki etkisine bu iki örnek insanın çabalarında tanık oldum. Bizi ilk defa tiyatroya Gülçin İplikçioğlu götürmüştü. Mithat Paşa Caddesi’nde bir tiyatroydu. Tahta Çanaklar adlı bir oyundu. Yıldırım Önal ve Macide Tanır’ın oyunculukları beni derinden etkiledi. Pek çoğumuz bir tiyatro oyununu ilk defa izliyorduk. Bu tecrübe edebiyata ilgimi ateşledi. Okulun duvar gazetesine yazı yazmaya başladım. İlk yazım şair Ceyhun Atuf Kansu üzerineydi. Gidip kendisiyle görüşmem gerekiyordu. Mithat Paşa Caddesi’nin Atatürk Bulvarı’yla kesiştiği noktada Şeker Fabrikaları İşletmesi vardı, bu kurumun başhekimiydi. Telefon edip kendimi tanıttım. Çok babacan, munis bir insandı. Babamın Voightländer fotoğraf makinasını, kalemi, defteri alıp gittim. Sorular soruyorum; Ceyhun Atuf Bey “Bunları nereden biliyorsun?” diye hayret ediyor.

Hazırlanırken kimseden yardım almış mıydınız?

Hayır, babamın kütüphanesindeki kitaplardan yararlandım. Yazıyı yazdım, okulun duvar gazetesine konuldu. Hocalar çok beğenmiş, burada kalmasın, herkes okusun diye Varlık dergisine göndermişler.

Hangi yıl?

1969 ya da 1970 olması lazım. Yayımlandı dediler ama ben göremedim. Yazarlık hayatımın başlangıcı bayağı eskidir yani. Elli yıl, yarım yüzyıl öncesinden söz ediyorum. Ortaokuldan itibaren giderek daha çok okumaya başladım. Dönemin yeni çıkan belli başlı edebiyat eserleri evimize geliyordu.

Babanız sizi yönlendiriyor muydu?

Özellikle edebiyat konusunda babamın bana hiç müdahalesi, yönlendirmesi olmamıştır. İyi ki olmamış. Çocuğun üstüne gitmeyeceksin, kendisi bulup okuyacak. O bir an, geliyor ve düğüm çözülüyor. Bana da öyle oldu. Raftan bir kitap çektim ve gerisi geldi.

Neydi o kitap?

Suç ve Ceza. Adı ilgimi çekmişti. İki ciltlik Remzi baskısıydı. Beni o kadar büyülemişti ki, okuldan gelir gelmez çantayı bir kenara atıp okumaya başlıyordum. Arkasından Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ını okudum. Rus klasikleriyle devam ediyorum. Rus dünyası benim gibi ilk gençlik çağına giren birisi için oldukça çekiciydi. Sonra Balzac’a, Flaubert’e geçtim. Ama Ruslar hep ilk sırada yer aldılar. Lisede belli başlı klasikleri okumuştum. Babamın bana ‘Şunu oku, bunu oku!’ demesine gerek kalmadı. Hatta belki okumamı da istemezdi. “Okuyup işsiz kalacaksın, bak yazarlar neler çekiyor!” diye düşünüyordu. Sonra yazı yazmaya başladığımda büyük gurur duymuştu tabii.

Edebiyat eğitimi almaya ne zaman karar verdiniz?

Çankaya Lisesi’nden mezun olduktan sonra bir süre Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu ile Gazi Eğitim Enstitüsü’nde oyalandım. Basın Yayın’a girdim. 1970’lerin ortaları. Boykotlar vardı, ortam karışıktı. Ülke 12 Eylül’e doğru hızla gidiyordu. Daha önce 12 Mart’ı yaşamıştım. Aklımda edebiyat var. 1978’de bir daha sınava girdim, ilk tercihim olan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nü kazandım. Kenan Akyüz, Gündüz Akıncı gibi iyi hocalarımız vardı. Eski Edebiyat hocam Fuat Köprülü’nün öğrencisi Hasibe Mazıoğlu’ydu. İyi bir divan edebiyatı eğitimi aldım. Tiyatro’ya Metin And, dilbilime Doğan Aksan gelirdi. Meraklıydım; eski edebiyat, felsefe, sosyoloji, tarih, arkeoloji dersleri de aldım.


Ekrem Işın, YKY’de Metin And’ın muzip objektifinden (2001) [Ekrem Işın, YKY’de Metin And’ın muzip objektifinden (2001)]

1980 darbesi öncesi öğrenci olaylarına katıldınız mı?

Hayır, hiç angaje olmadım. Devrimciydim fakat hiçbir fraksiyona katılmadım, bağımsızlığımı korudum. Bende hayli yüksek bir biat alerjisi vardır. Bu kaos içinde bazı arkadaşlarım yitip gittiler. DTCF olayların tam ortasındaydı. Bombalama eylemleri sürüp gidiyordu.

Okuduğunuz kitapların türü değişti mi bu dönemde?

Doğal olarak sol literatür ön plandaydı, teorik kitaplar da okuyordum. 12 Mart döneminde kapatılan TİP yeniden açılmıştı. Gençlik Kolları üyesi oldum, altı ay deneme süresi verdiler. Bu sürede partinin düzenlediği eğitimlere katıldım. Behice Boran önderliğinde bir grup genç Anıtkabir’i ziyaret etmiştik. Partinin yayın organı Yürüyüş dergisinde bu ziyaret hakkında bir yazı çıktı. Behice Boran’ın etrafındaki grup fotoğrafı içinde yer alıyordum. Bir süre sonra TİP’in eski başkanı Mehmet Ali Aybar’ın “Güler yüzlü sosyalizm” çizgisine yöneldim ve bu yörüngede Kurtuluş Kayalı ve Turan Tanyer’le tanıştım. Tanışma yerimiz Zafer Çarşısı’nda Apo’nun çaycısı. Bu küçük dükkânda hasır iskemlelere ya da meşrubat kasaları üzerine oturulur, derin sohbete dalınırdı. Pek çok kişi gelir giderdi; Ahmet Arif, Cemal Süreya, Salâh Birsel, Cahit Külebi… Biri oturur diğeri kalkar, devran böyle dönerdi. Çarşı’da bir de Remzi İnanç’ın Toplum Kitabevi vardı ki, Apo’nun çaycısından daha küçük bir yerdi. On kişi zor sığardı. Füsun (Altıok), Metin Altıok, Ankara’da olmaları nedeniyle sıkı müdavimdiler. Adalet Ağaoğlu da uğrardı. Buraya bir tek kişi ilgi göstermezdi: Attilâ İlhan. Başında ünlü kaptan şapkası ve uzun kaşkoluyla âdeta nispet yapar gibi çarşıda dolaşır, daha çok etrafını çeviren gençlerle konuşurdu.

TİP’te aktif görev aldınız mı?

Benim için TİP serüveni kısa sürdü. Bunu izleyen Aybarcı sol çizgi daha verimli olmuştu. Özellikle 1965 sonrası bu çizginin kökeninde Türkiye’ye özgü bir sol anlayışı yatıyordu. 1965’te Kemal Tahir Yorgun Savaşçı’yı yayımladı. Resmi tarihin ilk defa mercek altına alındığı metinlerden birisidir bu roman. Cemil Meriç’in Jurnal’inde, yine aynı yıla ait günlük notlarda da pusulanın Cumhuriyet’ten ayrılıp Osmanlı’ya döndüğü görülür. Zaten teorik düzlemde Osmanlı toplum yapısı ATÜT olarak belirlenmişti. Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer’in, kısmen Şerif Mardin’in de katkıda bulunduğu bu grubu kültürel planda, Selahattin Hilav, Halit Refiğ, Sezer Tansuğ, Hilmi Yavuz temsil ediyordu. Karşı grup ise Niyazi Berkes ve Doğan Avcıoğlu’nun etrafında kümelenmişlerdi. 1967’de Kemal Tahir Devlet Ana’yı yayımladığında iş ciddileşti. Bu romanla Kemal Tahir, sosyalist literatüre “Kerim devlet” kavramını sokmuştu. Bu arada tuhaf bir şey oldu. Attilâ İlhan, büyük ölçüde Niyazi Berkes’in ulusalcı tezlerinden hareketle kendi düşünce sentezini geliştirmeye ve sonuç almaya başladı. Kemalist-Ulusalcı çizginin Attilâ İlhan’ın zihninde Sultan Galievciliğe kadar uzaması, sağ gruplar içinde de taraftar topluyordu. Bütün bu soyut spekülasyonlar benim üzerimde kuşkusuz etkili olacaktı; nitekim oldu da. Ayrıca bu toplumsal kimlik arayışında muhafazakâr kesimin sözcülerinden Cemil Meriç ve Nurettin Topçu’yu da izlemeye başlamıştım; yine de Attilâ İlhan etkisi belirgindi.

Attila İlhan’la tanışıyor muydunuz?

Babamın eski arkadaşıydı. 1940’lı yıllardan itibaren aynı dergilerde şiirlerini yayımlamışlardı. Bir gün kendisine telefon açıp görüşmek istediğimi söyledim. “Hemen atla gel” dedi. 1970’lerin sonundayız artık. Aramızda bir çeşit ağabey-kardeş ilişkisi doğdu. O sıralarda Ankara’da Bilgi Yayınevi’nin yayın yönetmenliğini üstlenmişti. Turan Tanyer’le birlikte epeyce ziyaretimiz olmuştur. Ben ayrıca uğradığımda, akşamüstü iş çıkışı Kavaklıdere’den Kızılay’a konuşa konuşa yürüyor, sonra aynı yolu geriye dönüp tamamlıyorduk. Bu yürüyüşlerin entelektüel getirisi elbette önemliydi ama yine de eksik kalmış bir şeylerin huzursuzluğu beni rahatsız ediyordu. Dinlemekten çok konuşmak istiyordum. Yıl 1978 sonu ya da 1979 başıydı. Fakültede boykot nedeniyle dersler yapılamıyor. Bir gün Sıhhiye’den Kızılay’a doğru yürüyorum. Sakarya Caddesi’ndeki kahvelerin önünden geçerken rastgele bir tanesine girdim. Adı Taksim Kıraathanesi’ydi, meğer at yarışçılarının kahvesiymiş. Sonra müdavimi oldum. Fakülteden bazı arkadaşlar da ara sıra ders çıkışı gelmeye başladılar. Bir kış günü kapı açıldı. İri yarı, çoban kabanlı, elinde körüklü, eski doktor çantalarına benzer çantasıyla genç biri girdi. Çantada ağır bir şeyler olmalıydı ki omuzu biraz çökmüştü. Geldi, biraz ileride bir masaya oturdu. Bizim masada Yahya Kemal, Tanpınar konuşuluyor. Heyecanlıyız, sesimiz yükseliyor. O genç, çantadan kitaplar çıkardı, sigarasını yaktı. Okuyor, notlar alıyor. Pek dikkatimizi çekmedi. Sonra sık sık gelip gitmeye başladı. Biz kendi havamızda, dünyayı kurtarmakla meşgulüz. O, hep yalnız. Benim de yalnız olduğum bir gün gelip, “Amma gürültücü insanlarsınız. Şark böyledir! Laf, laf, laf. Yaz da görelim!” dedi. Sinirlendim, birbirimizin üstüne yürüdük. “Kimsin sen?” dedim. “Ben Enis Batur’um!” dedi. Fransa’dan yeni dönmüş. Adını duymuşum ama tanımıyorum. Bir iki ince kitabı var. Şiirleri çok kapalı geliyor bana. Biz Kemal Tahir, Tanpınar falan okuyoruz. Yerliciyiz. Kavga etmedik tabii. Sonra o iki masa birleşti. O bize Roland Barthes’tan bahsediyor, ben Yahya Kemal, Tanpınar anlatıyorum. Oruç Aruoba Nietzche, Heidegger ve Wittgenstein’dan kapı açıyor. Enis Karakalem Portreler’de anlattı sonra, “Ben Ekrem’e Walter Benjamin’i verdim, ondan Tanpınar’ı aldım.” dedi. Beraber dergi çıkartmaya başladık. İşte o an benim entelektüel çevrem oluşmuştu.

Derginizin adı neydi?

Oluşum dergisi, bir süredir yayımlanıyordu. Sahibi Fahrünnisa Kadıbeşegil adında, emekli bir sanat severdi. Yayın yönetmeni Cemal Süreya İstanbul’daki Darphane’nin başına tayin olunca yerine Enis geçti. Bizim takım da orada yazmaya başladı.

Kimler var?

Müthiş bir ekipti. Bence o grup incelenmelidir. Hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı yaşlardaydık. Enis Batur, Oğuz Demiralp, Oruç Aruoba, Ekrem Işın, Levent Kavas, İsmail Ertürk. Biz kahvehane yazarlarıyız. Kahvehane demokratik bir mekandır, kürsü yoktur orada. Benim asıl okulum üniversite değil, kahvehanedir. Üniversitede kalmayı, akademik kariyeri hiç düşünmedim. 657’ye tabi olmak, ölmeden ölmüş olmaktan farksız. Emir komuta zinciri içinde kışla disipliniyle bilim yapılamayacağını hepimiz biliyorduk. Biz bir arayış içindeydik. Türkiye’nin kaotik ortamında bir yerlere kapılanıp memurlaşmayı değil, öykülerimizi birbirimize anlatmayı seçtik.

Oluşum’u çıkardığınızda öğrencisiniz değil mi?

Evet. Daha önce Enis, Oruç ve Oğuz Yazı’yı çıkarıyorlardı. Mayıs 1982’de bu defa Mehmet Taner’in maddi desteğiyle Tan dergisini yayımladık. İlk sayıda Feyyaz Kayacan, Bilge Karasu, İlhan Mimaroğlu, Orhan Duru, Tahsin Yücel, Ahmet Oktay, Ergin Günçe, Özdemir İnce, Egemen Berköz, Güven Turan, İzzet Yasar, Zeynep Aruoba, Oğuz Demiralp, Enis Batur, Tarık Günersel, Ekrem Işın ve İsmail Ertürk imzaları vardı. Bugünden kırk yıl öncesine bakıyorum da “Tıpkı bir rüya takımı” diyeceğim geliyor.


Yol arkadaşları. Enis Batur, Ekrem Işın, İsmail Ertürk (12 Mayıs 1999) [Yol arkadaşları. Enis Batur, Ekrem Işın, İsmail Ertürk (12 Mayıs 1999)]

O yıllarda Tanpınar şimdiki gibi popüler bir isim değil. Üniversite bitirme tezinizde neden onu çalışmayı seçtiniz?

Vefatından sonra asistanlarından Mehmet Kaplan 1963’te Tanpınar’ın Şiir Dünyası ismiyle bir çalışma yayımlamıştı. Başka yayın yoktu. 1960’lı yıllar boyunca Tanpınar pek bilinen bir yazar değildi. Kaplanın kitabından on yıl sonra, 1973’de Selahattin Hilav Yeni Ortam’da “Tanpınar Üzerine Notlar” başlıklı bir yazı dizisi yayımladı. Burada Tanpınar’ın yıllar sonra yeni basımı yapılmış olan Huzur’da İstanbul’un ayakta kalabilmesi için bir “istihsal” şehri olması gerektiğini söyleyerek onun Marksçı terminolojide önemli bir yer tutan “üretim” kavramıyla toplumsal sorunlara eğildiğini vurguluyordu. Yanıt çok geçmeden Hilmi Yavuz’dan geldi. Yavuz, aynı yıl Yeni a dergisinde yayımladığı “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marksizim” başlıklı iki yazısında Tanpınar’a atfedilen “toplumculuk” nitelemesini reddederek belki de Tanpınar’ın ikinci doğuşuna sebep olan tartışmayı başlatmıştı. O gün için bu tartışma üst seviye bir tartışmaydı ve 12 Mart darbesiyle büyük yara alan solun toparlanmasında öncü bir rol oynamıştı.

Siz okumuş muydunuz? Tanpınar’ı tanıyor muydunuz?

O tartışmadan sonra okudum. Sol ideoloji, 27 Mayıs’tan sonra kendine zemin bulmaya başlayınca iki ekol ortaya çıkmıştı. Birincisi Milli Demokratik Devrimciler, ikincisi Sosyalist Devrimciler. Türkiye İşçi Partisi Sosyalist devrimi savunuyordu. Behice Boran ve Sadun Aren ikilisinin başı çektiği Sosyalist Devrimciler, “Osmanlı feodaldir. Cumhuriyet burjuva devrimini yaptı. Şimdiki aşamamız sosyalizm” diyordu. Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim Hareketi ise “Hayır, daha burjuva ortaya çıkmadı. Önce milli demokratik devrim yapacağız. Burjuva ortaya çıkacak. Burjuvadan sonra işçi sınıfı doğacak.” diyordu. Bir yandan da Asya Tipi Üretim Tarzı konuşuluyordu ve bunu konuşanların arkasında Kemal Tahir vardı. Selahattin Hilav Tanpınar yazılarını bu tartışma zemini üzerine yazmıştı. Tanpınar sorunu tamamen Sol’un kendi iç sorunu gibi algılandığı bir dönemdi. 12 Mart’tan büyük hasarla çıkan sol, yaralarını sarmak için her imkânı kullanmaya hazırdı. Başkaları da bu tartışmaya dahil oldu ve konuşulmaya başlandı. Biz de etkilendik tabii. Dolayısıyla benim tez konum da konjonktüre uygun olarak “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romanlarında Doğu-Batı Sorunu” başlığı altında şekillendi.

Kahvehane grubu da bu tartışmaların etkisi altında mıydı?

Elbette etkisi altındaydı. Örneğin Oğuz Demiralp daha 1980’lerin başında Tanpınar üzerine Kutup Noktası başlıklı olağanüstü bir çalışma yapmıştı. Kitap neredeyse on yıl çekmecede bekledi ve ancak 1993’te basılabildi. Tanpınar’la birlikte Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Nahid Sırrı Örik de dikkatimizi yoğunlaştırdığımız yazarlardı.

Ahmet Hamdi Tanpınar, kim olduğuna karar verilememiş, paylaşılamayan bir isim. Sizce kim Tanpınar?

O günlerden bugüne benim başımın belasıdır bu mesele. İlk zamanlar büyük hayranıydım, şu anda eleştiriyorum.

Fikriniz neden değişti?

İnsanın bazı eksiklikleri görmesi zaman alıyor. Okudukça ve üzerinde çalıştıkça farkettim ki Tanpınar’ın üç ayrı dönemi var. Buna hiç dikkat edilmemiş. Darülfünun’dan mezun olduktan 1933’te Ankara’yı terk edene kadar bir dönemdir. 33’ten 53’e kadar Osmanlı üzerine yoğunlaştığı ikinci dönemi gelir. 1953-1962 arasındaki son dönemi ise ilk dönemindeki Garpçı söyleme dönüştür. İkinci döneminde kafasına göre bir Osmanlı kuruyor, kendisi de “Hülya adamıyım, kendime has bir Şark uydurdum” diyor. Tarihte onun yazdığı gibi ne bir Şark var ne de bir İstanbul. Bunu farketmek beni tarihe yöneltti. Nasıl bir toplumsal yaşama alanıydı İstanbul? Gazete taramaları yaptım, Osmanlı arşivine girdim.

Teziniz için mi yaptınız bu çalışmayı?

Hayır, daha sonraki çalışmalarım için. Bu taramaların sonuçları daha sonraki Tanpınar yazılarıma yansıdı tabii. Tanpınar çalışmayı hiç bırakmadım ama aralar oldu. Kimi zaman uzaklaştım, bir tarafa koydum, İstanbul’un mistik tarihi gibi başka alanlara girdim. Thierry Zarcone ve Arthur Buehler’le Journal of the History of Sufism’i yayımlamaya başladık. İstanbul’un kendine has tasavvuf kültürüne ilişkin pek çok belgesel çektim, konferanslar verdim, küratörlük yaptım. Sonra tekrar Tanpınar’a döndüm. Başta sıradan bir bakışa sahiptim, sonra zenginleşti. Her okuduğumda farklı bir şey keşfettim. Çelişkiler bulmaya başladım. Sonunda da Tanpınar’ın bir romancı değil aslında tipik bir denemeci olduğuna karar verdim. Bu tezimi geliştiriyorum. Üslubu bir denemeci üslubu. Huzur’da bir denemeci konuşuyor. Bütün romanlarında bir düşünce adamı tavrı var. Bu yönüyle Proust’tan çok Huxley’e benziyor. Azra Erhat’ın “Huzur nedir?” sorusuna “Meselelerin romanıdır.” diye cevap veriyor Tanpınar. Meseleler var kafasında. Roman çerçevesinde tartışıyor bu meseleleri ama çok iyi yapıyor. Kemal Tahir gibi kalın çizgilerle değil. Bu açıdan ise Huxley değil, tam anlamıyla Proust.

Okul bitti ve İstanbul’a geldiniz. Bir kariyer planınız var mıydı?

Önce Enis geldi. Ertesi sene, 1983’te Oruç, bir sene sonra da ben geldim. Hiçbir şey yoktu kafamda. “İyi bir şeyler yapacaksın. Birileri bunu görecek ve sana yer verecek.” dedim. Bu inançla hiç iş aramadım. Ansiklopediler dönemiydi. Adnan Benk ve Tahsin Yücel Gelişim Larousse’u çıkarıyordu. Daha önce Adnan Benk’in çıkarttığı Çağdaş Eleştiri’de Halit Ziya incelemem yayımlanmıştı. Adnan Benk beni tanıyordu. Çağırdı, Levent’te hangar gibi bir yere gittim. Onlarla çalışmaya başladım. Ansiklopedi’nin hazırlığını yaptık. Yüz kişi falan var, maddeler yazılıyor.

Ekipte kimler vardı?

Farsçacı Tahsin Yazıcı vardı, rahmetli oldu. Hilmi Yavuz vardı. Konur Ertop, Nermi Uygur gelir giderdi. Karşımda Tahsin Yazıcı otururdu. Dedem nasıl Gölpınarlı’ya “Molla!” diye sesleniyorsa Adnan Benk de Tahsin Bey’i öyle çağırırdı.

Sizin göreviniz neydi?

Larousse hem ansiklopedi hem de alfabetik sözlüktü. Ben sözlüğün Osmanlıca kelimelerini hazırlıyordum. Bir yıl kadar çalıştım ve askere gittim. Döndükten sonra İletişim Yayınları’ndan aradılar. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi çıkarıyoruz. Makalelerden oluşacak, sen de yaz!” dediler. Edebiyattan biraz usanmıştım. Artık hayatın kendisini merak ediyordum. Okuma eksenim de kurmacadan hayatın gerçeklerine doğru kaymaya başlamıştı. “Ne tür bir şey ansiklopedi için uygun olur?” dedim, “Sen karar ver.” dediler. Anlattım biraz, “Gündelik hayat diye bir şey var. İnter-disipliner bir yaklaşım. İçinde tarih de var, mimari de.” Teklifim kabul edildi. “Tanzimat’tan Sonra İstanbul’da Modernleşme ve Gündelik Hayat” 1985’te yayımlandı.

Daha önce bu alanda yazmış mıydınız?

Hayır, ama her şey kafamda. “Yaz, bir ay sonra getir!” diyorlar, bir anda olacak iş değil. Ben İstanbul’dayım, kütüphane Ankara’da. Gelişim’den istifa ettim. O akşam trene binip Ankara’ya gittim. Ertesi gün Milli Kütüphane’de çalışmaya başladım.

Kaynak olarak ne kullandınız?

Her şey! Esnaf almanakları, seyahatnameler, romanlar, telefon rehberleri, reklamlar. Hepsini iç içe geçirerek İstanbul’da gündelik hayatın modernleşmesini yazdım.

Mikro tarihçilik yapıyorsunuz. Türkiye’de bu tarz çalışma yapan kimse var mıydı o yıllarda? Bu modeli nasıl oluşturdunuz?

Ankara’dayken Benjamin’i, Adorno’yu, Horkheimer’i okuyorum. Paris Pasajları’nda Baudelaire anlatacak diye bekliyorsun, adam cam mimariden, çelik konstrüksiyondan bahsediyor. Ama öyle bir inşa yapmış ki pasajın mimarisinden vitrinin önündeki flaneur tipine geçiyor. Bunları okuyorum ve İstanbul’a o estetikle yaklaşmak istiyorum. O yazı yayımlandı. Birkaç gün sonra bir telefon aldım. Bir hanım, “Genel Müdürüm Çelik Gülersoy’u bağlıyorum.” dedi.

Çelik Gülersoy Turing’de mi o tarihte?

Evet, Turing’in başında. Güzel, yumuşak bir ses tonu vardı Çelik Bey’in. Hiç aklımdan çıkmaz. Kısa bir suskunluktan sonra şu cümleyle başladı konuşmaya: “Ekrem Bey, siz herkesin kalp akçe darp eylediği bir devirde altın sikke kesiyorsunuz.” “Aman efendim, estağfirullah.” desem de “Yok, yok öyle. Ben şimdi kendi vakfıma bağlı bir İstanbul Kitaplığı kurma çılgınlığına giriştim. Benimle bu mevzuda mesai sarfeder misiniz?” dedi.

Ne zaman oldu bu görüşme?

1987’de. O sırada Çelik Bey Soğuk Çeşme restorasyonlarını yapıyordu ve orada bir kitaplık kurmayı düşünüyordu. Konuşmaya başladık. “İstanbul Kitaplığı Yayınları adında bir yayınevi kuracağım. Elimde İstanbul tarihi üzerine kitaplar var, bunları çevirtelim. Yeni yazarlara kitaplar yazdıralım.” dedi. Danışman olarak o işlere bakacağım. Kütüphane bitti. Kataloğunu hazırladım. Eşim Dilek Osmanlıca’dan Celal Esat Arseven’in iki kitabını çevirdi, ben de giriş yazılarını yazdım. İstanbul Kitaplığının ilk yayınları bunlardır: Eski İstanbul Âbitat ve Mebânisi ile Eski Galata ve Binaları.

Kütüphaneye alınacak kitapları nasıl tespit ettiniz?

Çelik Bey’in zaten kendi özel kitaplığı vardı, bunu geliştirmek istiyordu. Kendi adına kurduğu vakfa bu kitapları vakfetti. Ben mevcut kütüphanenin kataloğunu hazırladım. Kütüphane herkese açıktı. Zevk sahibi bir insandı. Alelade baskıları değil de ciltli, gravürlü, en iyi baskıları seçerdi. Sık sık Avrupa’ya gider oradan kitap alırdı. Çelik Bey’in kütüphanesi gördüklerim arasında en iyilerinden birisiydi. Semavi Eyice’ninki de keza öyleydi.

Edebiyattan tarihe geçişiniz o dönemde mi oldu?

Evet. Bir yandan İstanbul yazıları yazmaya devam ettim. Elimin altında çok kaynak vardı. Ayrıca İstanbul üzerine hemen her şeyi toplamaya başladım.

Hangi alanlarda kitap aldınız?

Gündelik hayat çalışınca işin içine her şey giriyor. Spor tarihi, mimari, sanat tarihi, botanik, hatta Anadolu kent tarihleri… İstanbul’da Gündelik Hayat kitabım, daha önce dergilerde yayınlanan yazılardan bir araya geldi. Kafamda bir kitap konsepti vardı fakat dağıldım, asıl kitabımı yazamadım. Benjamin de Paris’in gündelik hayatını yazmak istiyor ama bir türlü gerçekleştiremiyor. Zor bir iş, modeli çok iyi oturtmanız lazım. Bir yerde mağaza reklamı, öte tarafta cinayet haberi var. Hayat bu çünkü! İkisini nasıl bir araya getireceksiniz? Gündelik hayat üniversitede yazılmaz. Bizim üniversitelerimizde sosyal disiplinler kendi kulvarlarında ilerler, birbirleriyle örtüşecek ortak noktaları yoktur. Sanat tarihçisi bir köşkü incelerken ‘Burada kim yaşıyordu? Paşa Fizan’a sürüldükten sonra köşkün durumu ne oldu?’ bunlarla ilgilenmez. Kısacası bir mimari yapının sosyolojisi, iktisadiyatı olabileceğini aklına getirmez. Yapının içindeki insan onun için bir şey ifade etmez. Yalnızca mermerle ahşapla uğraşır, bir de şematik üslup kalıplarıyla. Edebiyat kökenli olduğum için benim esas meselem insan. Tarih kitaplarımızda insanı bulamazsınız. Halit Ziya Kırk Yıl’da öyle bir İstanbul anlatıyor ki, açlık sefalet diz boyu! Göçler sebebiyle cami avluları dolu, hastalar yollarda yatıyor. Her yer çamur deryası. Elektrik yok. İzmir’den İstanbul’a edebiyat alemine girmek için gelmiş, tam bir şok yaşıyor. İstanbul bu! Siz bunları yazan bir tarihçiye rastladınız mı? Tanpınar’ın yanılgısı da budur işte. Çok estetize ediyor. Zaten söylüyor da, “1932’den itibaren kendime has bir Şark uydurdum.” diyor. Cumhuriyet, insanı ve sokağı keşfederken o sanki bu gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyor.

Bu kadar sevilmesinin sebebi de görmek istediğimiz estetik bir mazi resmetmesi olabilir mi?

Elbette! Her şey çok güzel, mükemmel ve ideal. Bizim muhteşemcilik saplantımız bugünkü yozlaşmayı yarattı. Yahya Kemal’de ise “Kanlıca’nın ihtiyarları”ndan ibaret ciddi bir insan problemi var. İnsan ilk defa Nâzım’la, Garipçilerle girdi edebiyata. Orhan Veli’yle, Sait Faik’le birlikte sokağı, bütün bir hayatı, dolayısıyla İstanbul’u görmeye başlarız.

Gündelik hayatı yazabilmek için sokaktan malzeme gerekiyor. Osmanlı’da ne zamandan itibaren sokağa ait malzeme çıkıyor?

Tanzimat sonrası. Tezkireci Latifi’nin Evsaf-ı İstanbul kitabında bir şeyler var ama Evliya Çelebivâri grotesk bir anlatımdır o. “Gittim, falanca çarşıda üç yüz tane dükkan vardı.” der. Ne üç yüzü! On tane ancak var aslında. İşlek bir yer demek istediği için acem mübalağası yapıyor. Sonra da birileri çıkıp onun üzerine “Osmanlı’da ticari hayat” diye bilgisizce konuşuyor. O dönemler için temel kaynak seyahatnameler. Yabancılara bakacaksın, onlarda daha kartezyen bir kafa olduğu için tek tek saymışlar, ölçüp biçmişler. Tabii kendi gözüyle bakıyor ama o da bir şeydir. Sokak bizde yakın zamanlara kadar tekinsiz alandı. Biz dört duvar arasında yaşamışız yani Tanpınar’ın deyişiyle, kale düzeninde.

Tekinsiz olmaktan ne zaman çıkıyor?

Tekinsizlik bugün felsefenin ve edebiyat teorisinin temel sorunlarından birisi. Sokağın farkına Garipçilerle varıyoruz. Daha önce Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim bu sorunun farkındalar. Ama yine de bakış açıları kısıtlı. Osmanlı yazarları insanda illa bir gariplik aramışlardır. İnsanı karikatürleştirirler. İnsan adına olup biten her şey sonunda orta oyunu’na döner. Yaşama olanaklarının daraltıldığı toplumda insan da önemsizleşir. Bir başka göz tarafından algılanamaz. Zamanla her şey silikleşir ve kaybolur. Kadın erkek yan yana değildir. Arada mutlaka iki – üç adım vardır. Başınız eğik yürürsünüz; kendi içine kapatılmışlığın ruh hâlidir bu. Aile ziyareti yaygın değildir. Kadınlar haremde, erkekler selamlıkta. Erkek erkeğe, kadın kadına bir hayat. Bölünmüşlük duvarları hayli yüksek. Bu etkenler hayatı zehirliyor. Sokağı keşfeden ideoloji Cumhuriyet’tir. Ve sokağı âdeta teşvik etmiştir. Modernleşme döneminde hep eleştiri konusu yapılan balolar, danslar kadınlarla erkekler arasındaki uzaklığı asgariye indiren bir pratiktir. Modern edebiyatımızın bir çeşit züppeliğin eleştirisi şeklinde başladığını hatırlayalım. Züppeliğin bireyselleşmenin ilk adımı olabileceği, bir çeşit put kırıcılık sayılabileceği hiç akıl edilmemiştir. Osmanlı’da kahvehaneler açılana kadar erkekler arasındaki ilişki bile sorunlu.

Kahvehanelerin nasıl bir rolü var?

Osmanlı’da üç tane yaşama mekanı var. Birincisi ailenin yaşam kozası ve güvenlik dünyası olan ev. İkincisi bu dünyayı ayakta tutacak ekonomiyi temsil eden çarşı. Üçüncüsü ise çarşının maddi pratiklerini kuşatan manevi pratiklerin mekanı olan ibadethane. Geleneksel hayatın özünü oluşturan bu üçlü kurgu, Osmanlı’nın ideal yüzyılı olarak kabul ettiğimiz on altıncı yüzyılın ortalarında kahvehanelerin açılmasıyla gevşemeye başlıyor. Erkekler ilk defa bu üç klasik mekan dışında yeni bir mekanın cazibesini keşfediyor.

Hangi ihtiyaca cevap veriyor kahvehane?

Soru bu! Hangi ihtiyaca cevap veriyor? Osmanlı daima ikincil kurumlaşmalar üzerinden okunmalı! Kahvehanelerde erkekler, hamamlarda kadınlar bir araya geliyor. İkisinin de amaçları örtük. Hamamlar İslam’ın temizliğe verdiği önemle açıklanmaya çalışılıyor ama değil. Sosyalleşme mekanlarıdır buralar. Kahvehaneler de öyle. Kimse çay kahve içmeye gitmiyor kahveye. Kim, ne düşünüyor merak ediyor insanlar. Ayak divanı kuruluyor, yani siyaset yapılıyor. Mahallenin meselelerini konuşuyor. Kısacası yüz yüze ilişkiler doğal yolunu buluyor. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane” deyişi bu tezimin özüdür. Bu açıdan kahvehane, hayatımızın en devrimci mekanıdır. On altıncı yüzyıla gelene kadar biz bir toplum değiliz aslında, toplama insan kalabalığıyız, şehirli değiliz! Maceramız bundan sonra başlıyor.

Neden?

Temel yaşam alanımız mahalle; tıpkı kent kozmosunda hepsi ayrı bir yörüngede dönen, farklı atmosferlere sahip gezegenler gibi. Müslüman mahallesi, Yahudi mahallesi, Hıristiyan mahallesi, Ermeni mahallesi… Hep bir ayrım var, arada gerçek anlamda insani ve kültürel temas sınırlı. Mahalleye kefille giriyorsun. Kapalıçarşı’da dükkanın var diyelim. Orada da çarşılar sokaklar halindedir. Ayakkabıcılar, kuyumcular, halıcılar, marpuççular… Müslüman esnaf Hıristiyan meslektaşıyla ancak çarşıda yüz yüze ilişki kurabiliyor. Eski metinlerde mahalle kapılarından söz edilir. Bu sosyal tahkimat düzeni Tanzimat’tan sonra giderek önemsizleşiyor ve ortadan kalkıyor. Yahudi bir komşunuz da olabiliyor artık. Yalnız şunu eklemek lazım; geleneksel dönemin mahallesinde sınıfsal ayrım yok. Bölünme etnik ve dini kriterlere göre gerçekleşiyor. Bu da zenginle fakiri aynı potada eritiyor. Bir aradalar, sadrazamın konağının yanında Bâbıâli’de bir kalemde çalışan memurun iki katlı ahşap evi var. Sadrazam onu himaye ediyor. Bir nevi sosyal sigorta. Yoksul biliyor ki başına bir iş geldiğinde en azından çorbasını verecek biri var. Biat sistemidir bu. İktisadi ilişkiler modernleşip daha çetrefilli noktalara gidinceye kadar bu sistem iş görüyor. Ancak modernleştikçe bu sistem içinde yetişen insanlar hayatla uyum sağlayamıyor. Çünkü ‘yamanarak yaşama’ya alışmışlar. Bunun sıkıntıları Abdülhamid öncesinde ortaya çıkmaya başlıyor. Buradan hareketle “Osmanlı insansız bir toplumdur!” diyorum ben. Bu trajedi yazılmadı. Farkına bile varılmadı. Osmanlı ile Cumhuriyet’in sağlıklı bir yorumu için bu sorun, kilit altında tutulmuş hayatımızın kapısını açabilecek yegâne anahtardır.

Önemli çalışma konularınızdan biri de ilahiyat çalışmalarının alt dalı olan tasavvuf ve tekkeler. Bu konu nasıl ilgi alanınıza girdi?

Çelik Bey’den sonra Tarih Vakfı’na geçtim. Vakfın mütevellisiyim. 1988 – 89 yıllarında arkeolog Aksel Tibet’le İstanbul’un tarihsel topografyası üzerine çalışıyorum. Haliç Fener’de dolaşırken bir yıkıntı gösterdi. “Burası Sirkeci Tekkesi. Dedem buranın şeyhiydi.” dedi. Sümbülî tekkesiymiş, mezar taşlarını okudum. İlginç geldi, araştırmaya başladım. Tarih Vakfı’nın İstanbul dergisinde Mevlevilik üzerine birkaç yazı yazdım. İran’daki Fransız Araştırmaları Enstitüsü kapanmış, oradaki ekip İstanbul’a gelmişti. Dergideki yazılarımı okumuşlar. Telefon ettiler, tanıştık. Thierry Zarcone’la dostluğum böyle başladı. Tekke hazireleriyle ilgili bir proje yapıyorlardı. Yenikapı Mevlevihanesi çalışmasına ben, eşim Dilek ve Fransız Anadolu Araştırmaları’nda görevli rahmetli dostum Aksal birlikte katıldık. Bu kapsamlı çalışma Türk Tarih Kurumu’nun geleneksel uluslararası kongresinde “Stelae Turcicae” dizisinin 7. volümü olarak yayımlandı. Vaziyet planı çıkardık, mezar taşlarını okuduk. Orada medfun insanlar arasındaki ilişkiyi, aileleri tespit ettik. Muazzam bir çalışma oldu. Literatürümüzdeki bilimsel modern metodolojiyi kullanan ilk çalışmadır diyebilirim.

Tarikatleri ve tekkeleri sizin için cazip bir çalışma konusu yapan neydi?

Kahvehaneleri neden merak ettiysem tekkeleri de aynı sebeple merak ettim. Zenginle fakir kol kola girip zikrediyor, nasıl oluyor bu iş? Yalıda yaşayanla meşrutada yaşayan yan yana. Farklı sosyal tabakalardan insanları bir araya getiren ne? Daha çok sosyolojik ve siyasi açıdan yaklaştım meseleye.

Osmanlı toplumunda tarikatların başat bir rol oynamasını nasıl açıklamak gerekiyor? Sebep toplumun dindarlığı mı, başka dinamikler mi söz konusu?

Althusser, devletin ideolojik aygıtlarından söz eder. Devlet, bazı şeyleri kendi ideolojisini yerleştirmek ve pekiştirmek için kullanır. Tasavvuf ve tekkeler de devletin ideolojik aygıtıdır. Hepsi birer yerel güç odağı. İmparatorluk’ta yetmiş iki millet yaşıyor. Telefon yok, televizyon yok, ulaşım ağı yok. Halep’te bir ayaklanma oluyor, aylar sonra duyuluyor. Osmanlı’nın en korktuğu şeydir ayaklanma. Devletin insanları kontrol altına alabilmek için kılcal damarlara girmesi lazım. Bu yüzden tekkelere göz yumuluyor. Orada toplanan insanların ne yaptıklarını biliyor. Ahlak eğitimi adı altında insanlar üzerinde hakimiyet kuruyor.

Ne zamandan itibaren devletin güdümüne giriyor tekke yapılanması?

II. Bayezit’ten itibaren. Fatih döneminde tarikatlar İstanbul’da faaliyet gösteremiyor. Padişah müsaade etmiyor. Hocası Akşemseddin, Bayrami şeyhidir ama İstanbul’da tekke kuramamıştır. Fetih’ten sonra toplumu beylik konağından idare etmek mümkün değil. Devletin kalifiye insana ihtiyacı var. Onlar da medreseden yetişiyor. Fatih’in ideal insan tipi tekke dervişi değil medreselidir. Fatih öldükten sonra Bayezid’le Cem arasında iktidar kavgası yaşanıyor. Bayezid babasının şehre gelmesine icazet vermediği tarikatlardan bir kısmını kendi yanında topluyor. Cem de diğer kısmın desteğini alıyor. Bayezid’i destekleyen tarikatlar o tahta oturduktan sonra İstanbul’a geliyorlar.

Tasavvufi kurumları siyasi tarihle paralel okumak lazım yani?

Tabii, onlar da yayılabilmek için İstanbullu olmak zorunda. Yani iktidara hem siyasi hem de iktisadi açıdan bağlanmak söz konusu. Buraya geldikten sonra hepsi merkezi iktidarın bir uzvu artık. Tekkeleri yaptıran, merkezi otorite. Kasımpaşa Mevlevihanesi hariç bütün Mevlevihaneleri saray yaptırmıştır. Bu çift yönlü ilişki geleneksel düzenin ürettiği bir çözüm.

Özellikle öne çıkardıkları, destekledikleri bir tarikat var mı?

Osmanlı pragmatikti. Nakşibendiyye, Halvetiyye gibi Türk kültür havzasının mistik yapılanmalarına öncelik vermişti. Üçüncü Selim Mevlevi’dir ama Konya Çelebilerinin hışmını üzerine çekmiştir. Sorun, Padişahın desteklediği modernleşmenin merkezileşmeyi getirmesi ve bunun da vakıf sistemi üzerinde tehdit oluşturması. Toplumu kontrol edebilmek için hepsinden istifade edilmiştir. Daha Bektaşilik ortada yokken İkinci Bayezid Balkanlar’dan Balım Sultan’ı getirtiyor.

Neden?

Gezgin dervişleri bir araya toplasın diye. Bektaşilik kurumsallaşırken bekarlık yani mücerretlik erkanı konuluyor. Tıpkı Katolik papazlar gibi evlenmiyorlar. Bektaşilik Yeniçeri ordusunun içine yerleştiriliyor. Amaç, devşirme Hıristiyan çocuklarını İslamlaştırmak. Buna karşın Sipahi Ocağı’nın içinde de Melamiler var… Tekkeler kapatılana kadar İkinci Bayezid’in bu politikası devam etmiştir.

Tasavvuf tarihi çalışmalarınıza devam ediyor musunuz?

Hayır! O defteri kapattım, artık uğraşmıyorum. Farkettim ki bahsettiğim insansız toplumun mimarı bu sistem. Anlattım, televizyon programları yaptım. İnsanlar sivil toplum kuruluşu sandı tarikatları. Batı’da da tarikatlar var ama onlar da Descartes’ı, Spinoza’sı sürekli eleştirmiş bu sistemi. Ciddi bir mücadele verilmiş. Bizde bu olmamış. Kim ne derse desin tarikatların pek çok yaptırımı dinle uyumlu değil. Doğrudan beyni kontrol altına alıyor. Hareketsizlik, donukluk, yoksunluk, içe kanma, hayata sırtını dönme, otoriteye kul köle olma, aklı hor görme, dolayısıyla düşünememek, bir türlü ayağa kalkamamak, koltuk değneklerine muhtaç olmak. İnsanın hayat içindeki pozisyonunu her bakımdan sınırlandıran bir müesseseye dönüşüyor zamanla. Bunu gördüm. İnsan, kendi yolunu bulmak üzere yaratılmıştır. Ben hatasıyla, sevabıyla özgür insanı savunuyorum ama insanlar özgür olmaktan korkuyor. Osmanlı’dan devraldığımız tek miras özgürlük korkusudur!


Ekrem Işın

Araştırmacı kimliğiniz yanında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruculuğu vasfınız da var. Enstitünün kurulması ne zaman ve nasıl gündeme geldi?

2005 yılında Yapı Kredi Yayınları’nda kurum danışmanıydım. Suna ve İnan Kıraç Pera Müzesi’ni kurmuşlardı. Tepebaşı’nı bir kültür adası haline getirmek istiyorlardı. İkinci adım bilimsel araştırmalara yönelik bir enstitü kurmaktı. Bu arada enstitüye tahsis edilen binanın restorasyonu devam ediyordu. Ben enstitünün kuruluş raporunu yazdım. Bürokratik müdahaleye açık olmayan, özgür, çağdaş, dinamik, yaratıcı bir kurum modeli önerdim. Kabul edildi ve işe başlandı. Planım İstanbul’u insan merkezli üç kültürel katman üzerinden araştırmaktı. Dolayısıyla bu üç farklı katman üç farklı araştırma merkezini gerekli kılıyordu. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet araştırmaları bölümleri bu plan doğrultusunda şekillendi. Ayrıca her bölümün kendi içinde bir ihtisas kitaplığı vardı. Araştırmacının böylece kaynaklara doğrudan ulaşması amaçlanmıştı.

Bir ihtisas kütüphanesi kurdunuz. Alınacak kaynakları nasıl belirlediniz?

Tek tek kitap almakla olacak iş değildi. Yapı Kredi Yayınları’nda çalışırken her hafta Semavi Eyice’nin evine gidip hatıralarını kayda alıyordum. Kütüphanesini görmüştüm, güven duyduğu bir kuruma satmak istiyordu. İnan Bey’in onayı doğrultusunda bu önemli kütüphane enstitüye kazandırıldı. Ayrıca İnan Bey’in zengin Atatürk ve Cumhuriyet kitapları da Cumhuriyet Araştırmaları bölümünün omurgası oldu.

Başka büyük kütüphane aldınız mı?

Şevket Rado’nun yazmaları alındı. Eşsiz nüshalar. Asıl kitapları yurtdışına gitmişti maalesef. Ayrıca harita ve fotoğraf, gravür ve kartpostal gibi belgelerden oluşan koleksiyonlar oluşturduk. Hâlâ malzeme alınıyor. Ben emekli oldum, artık sadece danışmanlık ve küratörlük yapıyorum.

İlgi alanlarınız itibarıyla zengin bir kütüphaneniz olmalı. Şahsi kütüphanenizde neler var?

Dedemin ve babamın kütüphanelerine değinmiştim. Sıra benim üçüncü kuşak kütüphaneme geldi. Ortaokuldan itibaren düzenli kitap alırım. Yani yuvarlak hesap elli yıllık bir kütüphaneden söz ediyorum. Ama durum biraz farklı. Nasıl zaman hızla akıp gidiyor ve insan zihinsel olarak değişiyorsa, benim kütüphanem de sürekli değişmiştir. Son kullanım tarihini doldurmuş okuma alışkanlıklarımı tasfiye ettikçe kütüphanenin iç dengesi yeniden kuruluyor. Yani bir çeşit deri değiştirme söz konusu. Yakın zamana kadar tasavvuf kitaplarım oldukça geniş bir yer tutuyordu. Şimdi ise bazı başvuru niteliği taşıyanları koruyup diğerlerini kolilere kaldırdım. Koliler fazlalaştıkça kütüphane kavramı ortadan kalktı, evimiz bir kitap deposuna dönüştü. Elbette hoş bir şey değil, ama bir zorunluluk. Bana kalırsa bir kütüphanenin belli konularda uzmanlaşması lazım. Ben bunu yapamadım çünkü gündelik hayat çalışırken her konuya ihtiyaç duyuyorsunuz. Şöyle bir tasnif yaptım: Antik tarih ve arkeoloji, Bizans ağırlıklı ortaçağ, Rönesans, aydınlanma ve hümanizm, ardından modern dönem. Asıl ağırlık Orta Asya, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde. Sonra Cumhuriyet dönemi geliyor. Bu genel sınıflamadan sonra üzerinde çalıştığım konularla bağlantılı ayrıntılı bölümler oluşturdum. Cumhuriyet dönemi deneme, edebiyat eleştirisi ve incelemeleri, hepsi birinci baskı olmak üzere eksiksiz elimin altında. Şiir, roman, hikaye, tiyatro aynı şekilde. Sanat tarihi, mimarlık, plastik sanatlar, kitap ve katalogları ayrı bir bölüm. Kent tarihleri, yerel tarihlerde de yine ayrıca bir başka bölümü oluşturmakta. Felsefe, sosyoloji, siyasetbilim, teorik araştırmalar da giderek zenginleşen bir envanter durumunda.

Sol gelenekten geliyorsunuz. Çalışma alanlarınız itibarıyla tarih ve gelenek konularına çok hakimsiniz. Batı’yı biliyorsunuz ama eleştirseniz de Şark’ı seviyorsunuz. Bu ikilikler arasında bir denge kurmak mümkün mü sizce?

Şark’ı seviyorum çünkü Şarklıyım ama yanlışlarını da görüyorum ve eleştiriyorum. İkilik meselesi önemli ve bence çözümsüz bir mesele. Osmanlı’da yaşanan hayatla Cumhuriyet’in kurmak istediği hayat tarzı taban tabana zıttır ve bu zıtlıklar insanımızı çok etkilemiştir. Bu meselenin çözüleceğini zannetmiyorum… Tanpınar bu problemi Huzur’un sonunda gündeme getirir. Roman, yirmi dört saat içinde geçer. İhsan hastadır, Mümtaz ona doktor bulmak için evden çıkar. Doktoru yerinde bulamaz, başka yerlere uğrar, o arada geriye dönüşler olur. Sonunda yeniden muayenehaneye gider. Doktor gelmiş, Beethoven’in keman konçertosunu dinlemektedir. Hazırlanana kadar sohbet ederler. Mümtaz, Doğu-Batı ikilemi arasında kalmış bir tiptir. Doktorun ona söylediği, aslında Tanpınar’ın kafasındaki düşüncedir. “Biz tarih boyunca Doğulu ve Batılı olmayı tecrübe ettik. Fakat her tecrübemiz iki çehreli insan verdi.” der.

Şizofrenik bir durum…

Evet! İki çehreli insan başarı değildir. Tanpınar da yaşar bu ikiliği. İstanbul’u Paris gibi yazmıştır. Bach’ı çok sevmektedir, onun yerine Itri’yi yüceltir. O dönemde iki kültürün karşılaştırılması çok yaygındır. Batı bizi rencide etmiştir. Buna bir ahlaki karşılık verme kaygısıyla Cumhuriyet döneminde “Sizin Bach’ınız varsa bizim de Itri’miz var!” savunması yapılır. Osmanlı’da pek yoktur bu, bizzat Cumhuriyet yapmıştır. Yunus Emre’yi keşfeden de Cumhuriyet’tir…

Artık emeklisiniz, yazmaya ayıracak daha çok zamanınız olmalı. Masanızda hangi konular var?

“Ters Takla” adını verdiğim kitabımın son düzeltmelerini yapıyorum. Tarih ve edebiyat alanında bugüne kadar doğru bildiğimiz yanlışları anlattığım, biraz sinir bozucu bir kitap. Lirik denemeler alt başlığıyla yayımlanacak. Ayrıca neredeyse otuz yıldır aralıklı olarak üstünde çalıştığım bir Tanpınar projem var: “Tanpınar: Bir Enkaz Toplayıcısı”. Defalarca eksen değiştirdi ve daha bitmedi. Bunlar dışında yüz sayfayı aşmayacak kısa deneme kitaplarımı tamamlamak öncelikli hedefim. Daha çok edebiyat ve felsefe eksenli bir çizgide ilerliyorum. Artık en zor olanın üstesinden gelmeye çalışıyorum, yani kendimle uğraşıyorum.

Söyleşi: Ayşe Adli
Fotoğraflar: Bahtiyar İstekli
Arşiv: Ekrem Işın
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.


“IRCICA Kütüphanesi Benim Aşkım!”

Ekmeleddin İhsanoğlu - “IRCICA Kütüphanesi Benim Aşkım!”

“Yozgatlı bir baba ile Rodoslu bir anneden Mısır’da dünyaya gelmiş birinin anlatacak neyi olabilir ki!” Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, “Anılarınızı yazıyor musunuz?” sorusuna verdiği bu cevap, hikâyesini önemsizleştirme amacı taşısa da hayatının yalnızca bu kısmına eğilmek bile çok kıymetli hatıralar dinleyeceğimizi vaat ediyor. 1924’te İstanbul’dan İskenderiye’ye doğru yol alan geminin bizim için iki aşina yolcusu var; biri Yozgatlı İhsan Efendi, diğeri ise İstiklal Marşı şairi Mehmed Âkif. Tevhid-i Tedrisat Kanunu sonrasında medreselerin kapatılması üzerine eğitimini tamamlamak için Kahire’ye doğru yola çıkan genç adam, ileride Türkiye’nin yakın tarihinde iz bırakacak olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi. Ekmeleddin Bey, Türkiye’ye ilk kez babasının vefatının ardından, yirmili yaşlarının ikinci yarısında adım atıyor. Yirmi beş yıl boyunca IRCICA Genel Direktörlüğü, on yıl İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği görevlerini yürütüyor.

Kasım 2025

“Bazı Matbu Kitaplar Yazma Kadar Nadirdir!”

Mustafa Duman Röportajı - “Bazı Matbu Kitaplar Yazma Kadar Nadirdir!”

Doktor Mustafa Duman bir tıp doktoru. Yayın camiasında halk edebiyatı, özellikle Nasreddin Hoca konusunda yaptığı çalışmalarla tanınsa da Tıp eğitimini İstanbul’da, Çapa’da tamamladıktan sonra Almanya’da iç hastalıkları ihtisası yapmış, ultrasonografik görüntüleme teknolojisini Türkiye’ye getirmiş ilk hekimlerden biri. Talih kendisine tıp alanında akademik kariyer yapma fırsatı vermeyince çocukluk tutkusu halk edebiyatına dönmüş ve başarılı işlere imza atmış. 26. kitabının raflarda yerini alması için gün sayan Mustafa Duman’la kitaplar arasında; kitap tutkusunu ve bitmez tükenmez öğrenme şevkini konuştuk. Keyifli okumalar dileriz.

Temmuz 2025

“Yeminliyim, Türkiye üniversitelerinde çalışmam!”

Gönül Tekin Röportajı - “Yeminliyim, Türkiye üniversitelerinde çalışmam!”

Gönül Tekin ve Günay Kut, ömürlerini Türk edebiyatı çalışmalarına adamış, sahalarında çok büyük bir boşluğu doldurmuş iki kız kardeş. Geçtiğimiz aylarda Günay Hoca’yla konuşmuş, hikayenin ona dair kısmını kendisinden dinlemiştik. Bu kez abla Gönül Tekin’in misafiri olduk. Ve maceranın müşterek kısmının üstünden bir kez de onunla geçtikten sonra Gönül Hoca’nın filmlere konu olacak hayat hikayesini dinleme şansına eriştik. Günay Hoca, çocukluklarına iz bırakan simaları anlatırken, söz masallarıyla büyüdükleri anneannelerine geldiğinde “Ablam iyi masalcıdır. Anneannemden kalma mirası var. Anlatacakları bitmez” demişti. Haklıydı nitekim. Hoca’nın anlatacaklarını dinlemeye saatler değil, belki günler gerekiyordu. Hem kişiliklerini hem yollarını tayin eden çocukluk ve ilk gençlik zamanları. Sırasıyla İstanbul, Erzurum, California, Ankara ve Boston yılları. Fahir İz, Ahmet Ateş, Ali Nihat Tarlan, Janos Eckmann, Andreas Titze(Tietze) ve elbette eşi Şinasi Tekin’e dair hatıralar ve daha nicesi.

Mayıs 2025

“Bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum.”

Erol Üyepazarcı Röportajı - “Bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum.”

Erol Üyepazarcı’yı tanıtmak için ne söylenebilir? Hızlı bir internet taramasında karşımıza ilk çıkan cevaplardan bazıları; “Araştırmacı, yazar, çevirmen, kitap dedektifi, muamma koleksiyoncusu, edebiyatımızın polisiye alanındaki en büyük otoritelerinden…” Hepsi doğru olsa da muhatabımızı anlatmak için yetersiz sıfatlar bunlar. Gerçek manada tanıyabilmek için Erol Bey’i diğer araştırmacılardan, yazarlardan, çevirmenlerden ayıran unsurlara dikkat kesilmek gerekiyor. Okumak, öğrenmek ve elbette bir obje olarak kitaplar çok erken yaşlarda bir ibtila gibi giriyor Üyepazarcı’nın hayatına. Müsamahasız bir kitap tutkunu olacağı ilkokul yaşlarında veriyor ilk işaretlerini. Yine erken yaşlarda geçirdiği talihsiz bir kaza, kendi tabiriyle büyük bir şansa dönüşüyor. Bu sayede, yatakta geçirmek zorunda kaldığı aylar boyunca eski harflerle okumayı öğreniyor. Önce tarih, sonra edebiyat ve derken polisiyenin zehri sızıyor kanına.

Mart 2025

“Taşı Toprağı Tarih Bir Ülkede Yaşıyoruz!”

Tunç Uluğ Röportajı - “Taşı Toprağı Tarih Bir Ülkede Yaşıyoruz!”

Tunç Uluğ, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren iş dünyasının merkezinde bulunmuş, Koç Holding başta olmak üzere önemli şirketlerde üst düzey görevler yapmış başarılı bir iş adamı. Yüksek öğrenimine Robert Kolej’in ardından Amerika’da devam eden Uluğ, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren çeşitli kademelerde şirket yönetmiş önemli bir isim. Tecrübesi ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sanayi kuruluşlarının geride kalan yüz yılda kat ettiği mesafeye dair gözlemleri yakın tarih açısından büyük önem arz ediyor. İlgililerine bu küçük hatırlatmayı yaptıktan sonra Tunç Bey’in erken çocukluk yıllarından zuhur eden ve yıllar içinde giderek artan kitap, daha doğru bir ifadeyle “bilme” merakına gelelim. Zira bir araya getirdiği kendi değerlendirmesiyle ‘mütevazı’ kitap koleksiyonundan öncelikli beklentisi ihtiyaç duyduğu bilgiye ulaşmak. Bu nedenle önceliği okuyabildiği dillerde kitap toplamak olmuş.

Ocak 2025

“Türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!”

Cengiz Kahraman Röportajı - “Türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!”

Cengiz Kahraman; fotoğraf editörü, araştırmacısı ve koleksiyoneri. Kariyeri de bu sıralamayla ilerlemiş. Üniversiteden mezun olduktan sonra tesadüfler sonucunda İstanbul Ansiklopedisi’nde yardımcı fotoğraf editörü olarak işe başlamış. Meslek hayatının geri kalanını belirleyen bu karar, kişisel ilgisinin yönünü de büyük ölçüde tayin etmiş diyebiliriz. O vakte kadar fotoğraf çekmekten zevk alan bir gençken zamanla başkalarının çektiği fotoğrafların hikayelerini kovalar olmuş. Eski İstanbul fotoğrafları, o fotoğrafların anlattığı hikayeler, vizörün ardındaki isimler… Cengiz Bey, eski İstanbul fotoğrafları ve erken dönem foto muhabirleri denilince akla gelen ilk isimlerden biri. Kendisini bulmuşken fotoğraf koleksiyonculuğunun incelikleri, zorlukları ve dijital teknolojinin fotoğraf koleksiyonculuğuna etkilerini de içeren keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Aralık 2024

“Biz Çalıkuşu Nesliyiz!”

Günay Kut Röportajı - “Biz Çalıkuşu Nesliyiz!”

Eski Türk Edebiyatı’na ilgi duyan, edebiyat eğitimi almış ya da yolu yazma kitaplarla, kütüphanelerle kesişmiş hemen herkesin aşina olduğu bir isim Prof. Dr. Günay Kut. Üniversite hocalığı vesilesiyle doğrudan hocalık ettikleri dışında, sahaya getirdiği sistematik sayesinde dolaylı yollarla onun rahle-i tedrisinden geçmiş çok insan var. Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda kütüphanede yazma eserler üzerinde çalışan, eserlerin tespiti, tahlili ve kataloglanması konusuna yıllarca emek veren Günay Kut Hoca, 1950’lerin İstanbul’unda, devr-i kadîm hocalarından ders ve ilham alarak yetişmiş. Aldığı terbiyeyi derslerine aktardığı; ciddiyet, disiplin ve çalışma azmi konusunda günümüz meslektaşlarından ayrı bir yerde durduğu kendisini tanıyanların malumu. Öğrenciliğinde de zeki, gayretli ve çalışkan olduğu muhakkak. Ancak Günay Kut’u Günay Kut yapan çok büyük bir şansı daha olmuş.

Ekim 2024

“Kitap yok olduğunda insan da yok olacak!”

Murat Menteş Röportajı - “Kitap yok olduğunda insan da yok olacak!”

Murat Menteş, genç neslin önemli roman yazarlarından. İmza attığı eserler, yer yer muzip de denilebilecek üslubuyla okurlara sıra dışı bir okuma zevki vadediyor. 2000’lerin ortalarında yayınlanan ilk romanı Dublörün Dilemması’yla inşa etmeye başladığı ve kendisinin kontrollü kaos olarak nitelediği üslup yazarın sonraki romanlarında da devam ediyor. Yer yer polisiyeye de kayan sürükleyici, macerası kurgu, genç okurların daha çok ilgisini çekiyor gibi görünüyor. Murat Menteş’le kendi serüvenini, romana bakışını ve geleceğin dünyasında romanın yerini konuştuk. Buyurun sohbete…

Eylül 2024

“Anadolu Kitabı Koruyamamıştır.”

Necdet Sakaoğlu Röportajı - “Anadolu Kitabı Koruyamamıştır.”

Necdet Sakaoğlu, ilmi çalışmaların sadece akademi çatısı altında yapılabileceği kanaatinin iyice yerleştiği günümüzde, bu algıyı sarsan önemli bir isim. Sivas Öğretmen Lisesi ve Çapa Eğitim Enstitüsü’nde eğitim alan Hoca, öğretmen vasfıyla başladığı meslek hayatını orta öğretim müfettişi olarak tamamlıyor. Hayal kurma lüksü olmayan bir neslin temsilcisi o. Düşünerek, planlanarak inşa edilmiş bir kariyeri yok yani. Tarihçilik yolu, sevk-i ilâhi’yle açılmış önüne. Yirmili yaşlarının ikinci yarısında kaleme aldığı ilk kitabından sonra durmadan üretmiş. Yerel tarih, şehir tarihi, Selçuklu ve Osmanlı tarihi, eğitim tarihi gibi konularda kaleme aldığı, literatürde önemli boşlukları dolduran eserlerin her biri kıymetli elbette. Ancak sözlü tarihin Türkiye’de pek de makbul görülmediği, bilakis bu tür kaynakları kullanmaya tevessül edenlerin itibarsızlaştırıldığı yıllarda, sözlü tarih kaynaklarından istifade etmiş olması, tarih disiplinine yaklaşımını ve eserlerini daha bir kıymetli kılıyor.

Haziran 2024

“Mimarlık Daima Siyasaldır.”

Uğur Tanyeli Röportajı - “Mimarlık Daima Siyasaldır.”

Yüksek Mimar, Akademisyen, Profesör, Yazar… Bunlar Prof. Dr. Uğur Tanyeli için kullanılabilecek sıfatlar. Ancak hiçbiri Uğur Bey’in aydın/mütefekkir kimliğini ifadeye yetmiyor. Evet, Uğur Tanyeli bir mimar. Üniversiteyi bitirdikten sonra mimarlık tarihi ve teorisi çalışmaya başladığı için tarihçi de diyebiliriz kendisine. Ama mimarlık tarihi deyince aklınıza yapı tarihi, mimari ekoller vesaire gelmesin. Merkeze inşa edilmiş bir binayı ya da binayı inşa eden mimarı alıyor olsa da Uğur Bey’in maksadı, son tahlilde insanı anlamak. Mimari esere bakarken; eseri ortaya koyan toplumun inanç ve düşünce sistemini, yaşam biçimini, ihtiyaçlarını hatta siyasetini de tartışmaya dahil ediyor. Zira söz konusu edilen yapı neticede bir insan eylemi ve Uğur Tanyeli’ye göre “Bir toplumdaki bütün bilgiler homolojiktir. Aynı düşünsel ve toplumsal altyapıyı kullanırlar.” Dolayısıyla parçalayarak bakmak sizi doğru cevaba ulaştırmaz.

Kasım 2023

“Bazı konular kenardan baktığınız zaman daha kolay anlaşılabilir.”

Süreyya Faruki Röportajı - “Bazı konular kenardan baktığınız zaman daha kolay anlaşılabilir.”

Süreyya Faruki Hoca; iktisat tarihi, Osmanlı gündelik hayatı, Osmanlı köy toplumu ve kadın tarihi gibi konularda ufuk açıcı çalışmalara imza atan önemli bir tarihçi. Osmanlı çalışmaya Hamburg Üniversitesi’nde tarih öğrencisiyken geldiği İstanbul’da başlıyor. Tarihçi olmaya lisede karar verse de alan olarak Osmanlı’yı seçmesi biraz talihin sevkiyle oluyor. “İnsan, hayatında bir sürü seçenekle karşılaşır. Bazen doğru karar alır, bazen de yanlış tercihler yapar. Sonra keşke yapsaymışım der.” diye özetliyor Hoca. O, şanslı olanlardan. Atmış yılı geride bırakmışken yaptığı seçimlerden ve sonuçlarından duyduğu memnuniyeti gizlemiyor. Hindistanlı bir babayla Alman bir annenin çocuğu olan Süreyya Faruki’nin çocukluğu Almanya, Hindistan ve Endonezya’da; gençliği Almanya’dan sonra kısmen Türkiye ve Amerika’da geçmiş. Bu geniş yelpazenin ve edindiği tecrübenin etkisiyle olsa gerek, hayata ve kimliklere karşı temkinli durmayı tercih ediyor.

Ekim 2023

“Bağışlarla kütüphane kurulmaz.”

Selahattin Öztürk Röportajı - “Bağışlarla kütüphane kurulmaz.”

Bugüne kadar kütüphanelere genellikle kullanıcılar açısından baktık. İhtiyaçları, gelişmeleri, talepleri hep kullanıcının gözüyle gördük. Bu ay bir değişiklik yapıp Türkiye kütüphanelerinin yakın tarihini, İstanbul’da otuz sekiz yıl kütüphanecilik yapan Selahattin Öztürk’le konuşmak istedik. Selahattin Bey, 1980’lerin ortalarında İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) başladığı meslek hayatını geçtiğimiz günlerde noktaladı. Altı yıldır görev yaptığı Zeytinburnu Belediyesi’nde yedi yeni kütüphane kuran Öztürk, idealist bir meslek personeli olarak olanı ve olması gerekeni net bir şekilde ortaya koyuyor. Selahattin Öztürk aynı zamanda kayda değer bir süreli yayınlar koleksiyonunun da sahibi. Eylül ayı itibarıyla memleketi Yozgat’ta, kendi tabiriyle içi kitap, dışı çiçek dolu bir hayata başlayan Öztürk’le gerçekleştirdiğimiz sohbetin ilginizi çekeceğini ümit ediyoruz.

Eylül 2023

“Türkiye’yi Yargılamak Değil Anlamak Gerekiyor.”

Olivier Bouquet Röportajı - “Türkiye’yi Yargılamak Değil Anlamak Gerekiyor.”

Osmanlı tarihi ve Türkoloji çalışmaları, On Dokuzuncu Yüzyıl boyunca Avrupa’da çok ilgi gören iki alan. O dönemde Avrupalı araştırmacıların verdiği eserler sahada hâlâ kullanılıyor. Ancak Avrupa üniversitelerini yakından takip eden herkesin hemfikir olduğu bir husus var; bu alanlar Avrupa’da artık eskisi kadar rağbet görmüyor. Bu vakıanın istisnaları var elbette. Universite Paris Cite, Paris Şehir Üniversitesi Osmanlı tarihi profesörü Olivier Bouquet bu istisnalardan biri. Fransa’nın son Osmanlı büyükelçisi Louis Maurice Bompard torunlarından olan Bouquet, 1994’de henüz üniversite öğrencisiyken geliyor ilk kez Türkiye’ye. Büyük dedesinin görevi ve onun eşi Gabrielle Bompard’ın anıları vesilesiyle zaten haberdar olduğu Osmanlı ve Türkiye bu ziyaretten sonra bir daha hiç çıkmıyor gündeminden. Türkiye’de on yıla yakın yaşadıktan sonra Fransa’ya dönen Prof. Olivier Bouquet ile son İstanbul ziyaretinde Fransa ve Türkiye’deki Osmanlı tarihi çalışmalarını konuştuk.

Temmuz 2023

“Batı, Reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş.”

Güler Doğan Averbek Röportajı - “Batı, Reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş.”

Beyazıt Çınaraltı’nda, küçük bir alan üzerine kurulan Sahaflar Çarşısı, 1900’lerin başlarından 90’lara kadar Türkiye entelektüel tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. Okuyan, yazan, geçmişin, günün ve geleceğin meselelerine kafa yoran hoca, öğrenci, politikacı, iş adamı… mutlaka yolunu Sahaflar Çarşısı’na düşürüyor. O günlerde yaşananlar, görülenler, o küçücük bahçenin şahitlik ettiği olaylar hâlâ kulaktan kulağa anlatılmaya devam ediyor. Çarşı’nın enteresan simalarından biri de Osman Reşer. Günümüzde bile adı şüpheyle anılan Reşer, Yahudi asıllı bir Alman olarak dünyaya geliyor. 1900’lerin başlarında Müslüman, 30’larda Türk vatandaşı olsa da pek kimseyi ikna edemiyor ‘değiştiğine!’ İyi bir kitap müşterisi olduğu bilinen, Çarşı’dan çok nitelikli yazmalar aldığı anlatılan Osman ya da ilk adıyla Oskar Reşer, birkaç yıl öncesine kadar muamma bir şahsiyetti.

Haziran 2023

“Tarih bilmezseniz siyaset üretemezsiniz!”

Ahmet Kuyaş Röportajı - “Tarih bilmezseniz siyaset üretemezsiniz!”

Başlığa aldığımız cümle, bir devrim tarihi hocasına ait. Fransa, Kanada ve Amerika’da geçirdiği yirmi üç yılın ardından Türkiye’ye dönerek kariyerine Galatasaray Üniversitesi’nde devam eden Ahmet Kuyaş, çalışmalarını İkinci Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet tarihi alanında yoğunlaştırmış. Osmanlı son döneminin sosyal ve politik meselelerini bilmeden bugünü anlamanın mümkün olmadığını söyleyen ilk isim Kuyaş değil şüphesiz. Ancak Ahmet Bey bunun neden böyle olduğunu çarpıcı örneklerle bir kez daha ortaya koyuyor. Ahmet Kuyaş, akademisyenliğinin yanında nitelikli bir koleksiyoner aynı zamanda. Babasının ve amcasının izinden giderek erken gençlik yıllarında başladığı pul koleksiyonlarını sürdürüyor. Ayrıca dönemin ruhuna uygun olarak kitap ayracı ve kurşun kalem topluyor. Filateli dünyasına aşina olanların tahmin edebileceği gibi Ahmet Bey, Farabi Pul Evi’nin sahibi, filatelist Salih Kuyaş’ın oğlu. Dünya çapında önemli ödüllere sahip Tevfik Kuyaş’ın da yeğeni. Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’la kendi ç

Mayıs 2023

“Genç ve Öğrenci Olmam Avantaj Sağladı.”

Mert Tezcanlıol Röportajı - “Genç ve Öğrenci Olmam Avantaj Sağladı.”

Son yıllarda sahafiye koleksiyon söz konusu olduğunda yaygın bir kabul var; malzeme az, fiyat yüksek! Sahaya yeni girecek kişilerin pek şansı yok… Özellikle gençleri daha yolun başında yıldıran bu iddia tamamen yersiz değil elbette. Ama ne toplayacağınızı ve elde ettiğiniz malzemeyi nasıl yorumlayacağınızı bilirseniz bu açmazdan kurtulmanız da mümkün. Henüz 28 yaşında olmasına rağmen şahsi arşivinden malzemeler ve titiz bir arşiv taramasına dayanan ilk kitabı yayın aşamasında olan Mert Tezcanlıol bu iddianın ispatı. Mert Tezcanlıol, işletme eğitimi almış ve yazılım sektöründe çalışıyor. Ancak yakın tarih ilgisi çok daha eski. 12 yaşından beri sahaf müşterisi. Lise yıllarında konusunu belirlemiş ve topladığı malzemeyi saha çalışmalarıyla desteklemeye başlamış bir araştırmacı. Üniversite yıllarından itibarense mütevazı fakat ne istediğinden emin bir koleksiyoner. Biz bu noktada aradan çekilip sizi Tezcanlıol ve koleksiyonuyla başbaşa bırakalım…

Nisan 2023

“Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.”

İsmail Kara Röportajı - “Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.”

İsmail Kara, titiz bir araştırmacı, velûd bir kalem erbabı, profesörlüğe kadar yükselseler dahi talebelerine rehberlik etmeye devam eden bir hoca ve elli yıldan uzun süredir İstanbul sahaflarının müdavimlerinden. Düşük bir ihtimalle adını duymamış dahî olsanız, bu kadar açıklama ne söylediğini merak etmenize kâfi olsa gerek. İhtisas alanı İslam düşüncesi olmakla birlikte, Prof. Dr. İsmail Kara’nın kültür alanında da bizzat kaleme aldığı ya da destek verdiği çok sayıda çalışma bulunuyor. İstanbul’a, 1969 yılında on dört yaşında bir öğrenci olarak geliyor Kara. O tarihlerden itibaren şehirdeki kültür muhitine dahil oluyor. Çok insan tanıyor, çok hatıra biriktiriyor elbette. Sözü daha fazla uzatmadan sizi Prof. Dr. İsmail Kara’yla baş başa bırakalım…

Mart 2023

“Sahaflar Çarşısı’nı yeniden diriltmek istiyoruz.”

Üsküdar Sahaflar Çarşısı Röportajı - “Sahaflar Çarşısı’nı yeniden diriltmek istiyoruz.”

2022 yılı geride kaldı. Bir senelik muhasebe yapılacak olsa, kitap ve eski eser meraklıları bile, peş peşe epey madde sıralayabilir. Diğer gündemlerin birebir sohbetlerde ele alındığını varsayarak biz, senenin son ve güzel gelişmesini ele almayı seçtik. Yolu İstanbul’a düşenler de orada yaşayanlar kadar bilir ki sahaf müşterileri bir malzemenin peşine düştüğünde bakacağı adresler bellidir. İnternet alışverişi, elbette ilk sırada yer alır. Kitaba dokunmak, alışverişi sohbete bahane etmek isteyenler içinse Sahaflar Çarşısı hâlâ listedeki yerini korurken, Beyoğlu ve Kadıköy’deki çarşılar ve o civarı mekan tutan esnaf da vazgeçilmezdir. Geçtiğimiz Aralık ayına kadar, bir iki esnaf dışında, Üsküdar yoktu o listede. Ancak Üsküdar Belediyesi’nin girişimleriyle şehir, yeni ve mütevazı bir Sahaflar Çarşısı’na daha kavuştu. Üsküdar’da faaliyet gösteren esnafın bir kısmını bir araya getiren bu Çarşı, konum ve mekan olarak da dikkate değer bir noktada yer alıyor.

Ocak 2023

“İstanbul’u eski haliyle hatırlamak istiyorum.”

Sarkis Karamanik Röportajı - “İstanbul’u eski haliyle hatırlamak istiyorum.”

Sarkis Karamanik çocukluğunu ve ilk gençliğini İstanbul’da geçirmiş. 1960’ların İstanbulu bugünküne pek benzemiyor elbette. O tarihlerde Şişli sokaklarında Fransızca’yı, İngilizce’yi, Ermenice’yi, Rumca’yı ve Türkçe’yi bir arada duymak mümkün. Şehir, çok kültürlü kimliğini henüz tam anlamıyla yitirmemiş. Çocuklar, ömürleri boyunca özlemle hatırlayacakları bir zenginlik içinde büyüyor. Ailesine destek olmak için önce nalbur çıraklığı sonra balıkçılık yapıyor Sarkis Karamanik. Son Ermeni reislerle denize açılıyor. Haliç, Boğaz ve Marmara sevgisi daha o yıllarda yerleşiyor içine ve yıllar sonra Fransa’ya taşınınca geçmişiyle arasındaki bağ yine deniz sayesinde diri kalıyor. Kartpostal koleksiyoneri sıfatıyla tanıdığımız Sarkis Karamanik, koleksiyon yapmaya Paris’e taşındıktan sonra başlıyor. Fransız sahaflardan, eskicilerden topladığı Türkiye ve özellikle İstanbul kartpostallarının sayısı on bine yaklaşmış durumda. Toplamakla yetinmiyor.

Aralık 2022

“Bizim kuşaklarda okuma fetişizmi vardı.”

Görgün Taner Röportajı - “Bizim kuşaklarda okuma fetişizmi vardı.”

Çoğu zaman, eksik bir yaklaşımla, sadece hastalıklarda genetik köken aramak eğilimindeyiz. Oysa alışkanlıklarımızdan karakterimizi teşkil eden farklılıklarımıza pek çok özelliğimizi bizden önceki nesillerden devralıyoruz. Damak tadımız söz gelimi. El becerilerimiz, zevklerimiz ve meraklarımız hatta. Zincirin halkalarının bir yerlerde geçmişte bağlanacağı inancıyla görüşmelerimize genellikle aile hikayesiyle başlamayı tercih ediyoruz. Ve nadiren eli boş dönüyoruz maziden. Görgün Taner’de de öyle oldu. Anne iyi bir okur, baba koleksiyoner. Bu özellikler hiçbir yönlendirme ve teşvik olmadan geçmiş çocuklarına. Hem de anne babanınkinden daha bariz bir biçimde... İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) Genel Müdürü Görgün Taner, kendi kütüphanesini ortaokul yıllarında kurmaya başlamış. Koleksiyonerliği de yine aynı yıllara uzanıyor. Topladığı ilk başlık long play. O tarihlerde koleksiyon kastı yok elbette. Dinlemek için alıyor.

Kasım 2022

“Patrikhanemizin kütüphanesi dünyada ilk sıradadır.”

Püzant Akbaş Röportajı - “Patrikhanemizin kütüphanesi dünyada ilk sıradadır.”

Püzant Akbaş, sahaf camiasının kıdemli ve kıymetli isimlerinden. Türkiye’nin yanı sıra Beyrut’ta, Lefkoşa’da ve Erivan’da iyi okullarda eğitim görmüş. Bildiği sekiz dilin altısında okuyor, yazıyor ve konuşabiliyor. Liseden sonra Ermeni Dili ve Tarihi alanında öğrenim görmüş. Yola öğretmen olma niyetiyle çıksa da günün birinde kendini kitapçı ve sahaf olarak bulmuş. Sahaf Turkuaz’ın iki ortağından biri olan Püzant Akbaş’ı sahada görmek pek mümkün değil. Kurumu temsil görevi, gayrı resmi olarak, diğer ortak Nedret İşli tarafından yürütülürken o odasında, kitaplar arasında vakit geçirmeyi tercih ediyor genellikle. 1980’lerin ilk yarısından beri fiilen içinde bulunduğu İstanbul kitap piyasasındaki Ermenice ve Ermeni harfli Türkçe kitap literatürü hakkında Püzant Bey dışında konuşabilecek ikinci bir isim yok. Bu nedenle mutat suskunluğunu bizim için bozan Püzant Akbaş’la yaptığımız görüşmenin anlamı büyük.

Ekim 2022

“Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok.”

Nezih Başgelen Röportajı - “Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok.”

Nezih Başgelen sıra dışı bir şahsiyet. Arkeolog, araştırmacı, yazar, yayıncı. Daha 1960’lı yıllarda, çocuk yaşlarda sahiplendiği “kültür insanı” kimliği, neredeyse elli yıldır durup dinlenmeden çalışmasını gerektirmiş. On beş yaşında dergi yazarı, lise yıllarında gönüllü müze çalışanı olmuş. Cep harçlıklarıyla aldığı fotoğraf makinasıyla İstanbul’u ve pek çok Anadolu şehrini sokak sokak fotoğraflamış. Çocukluk hayali olan arkeoloji eğitimine başladıktan sonra da tek kişilik bir seferberlik ilan etmiş adeta. Yirmi yaşında Türkiye’nin ilk popüler arkeoloji dergisini çıkarmış. Kazılara gitmiş, sayısı binlerle ifade edilebilecek rapor ve kitap yayınlamış bugüne dek. Arkeoloji Sanat Dergisi ve Arkeoloji Sanat Yayınları kurucusu, yayıncı, araştırmacı ve kültür insanı Nezih Başgelen’in hayatı, bir insanın tek başına ne kadar büyük bir fark yaratabileceğinin somut örneği…

Eylül 2022

“Kütüphane bir nevi otobiyografidir!”

Beşir Ayvazoğlu Röportajı - “Kütüphane bir nevi otobiyografidir!”

Yolun başlangıcı, genellikle sonuna dair ekonomik, sosyal, kültürel ipuçları içerir. Önünüzde bir patika varsa siz adımladıkça genişler, düzleşir ama geri dönüp baktığınızda çıkış noktasının ışıklarını seçersiniz. Yolculuğun devamında her zaman büyük sürprizler beklemez kişiyi. Beşir Ayvazoğlu o istisnayı yaşayanlardan. Bir Anadolu kasabası olan Zara’da, maddi imkansızlıklar içinde, dik bir yokuşta başlamış yürümeye. Sonra genişlemiş, birbirinden güzel manzaralara açılmış yolu. Bunun için çok çabalamış elbette. Önce Sivas’ta, sonra Bursa’da, derken İstanbul’da tüm titizliği ve gayretkeşliğiyle kullanmış kalemini. İlkokul yıllarında başladığı şiirle yolları, ilk gençlik döneminden sonra ayrılmış. Belki de iyi ki demeliyiz, zira bu sayede birbirinden kıymetli kitaplar okuyoruz Beşir Bey’in kaleminden. ‘Cahil cesaretiyle yazdım!’ dediği Aşk Estetiği’nin üzerinden kırk yıl geçmiş.

Ağustos 2022

“Kitap Merakı Bakımından Biraz Muallim Cevdet’e Benzerim.”

Dursun Gürlek Röportajı - “Kitap Merakı Bakımından Biraz Muallim Cevdet’e Benzerim.”

Bu ay, kültür tarihçisi, yazar ve Osmanlıca hocası Dursun Gürlek’in misafiriyiz. Gürlek, Tokat Turhal doğumlu. Okula gitmeden okumayı öğrenmiş ve o günden bugüne okuma sevdası giderek artmış bir kitap sevdalısı. Daha çocuk yaşlarda köyün yaşlılarına anlamadığı kitaplar okumuş. Ailesinden gizli kayıt yaptırıp büyük bir özveriyle devam ettiği İmam Hatip yılları boyunca Ankara’da, İstanbul’da yayınlanan dergileri, gazeteleri takip etmiş. Uzaktan uzağa, o mecralarda yazan, muhafazakar camianın önde gelen isimlerinin öğrencisi olmuş. Üniversitesi için İstanbul’a gelen Gürlek, Cemil Meriç’ten Necip Fazıl’a, ulaşabildiği dönem entelektüellerinin kapısını çalmış, iltifatlarına nail olmuş. Biz burada duralım ve gerisini kendisinden dinleyelim…

Temmuz 2022

“Su Müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz!”

Ercan Topçu Röportajı - “Su Müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz!”

Türkiye, özel müzelerle Koç ve Sabancı ailelerinin kurduğu başarılı örnekler aracılığıyla tanıştı. Onları takip eden ve yakın geçmişte kurulan özel müzeler, ülke kültürüne önemli bir katkı sunuyor. Türkiye’nin en genç özel müzesi olma özelliği de taşıyan İstanbul Su Müzesi, geçtiğimiz Mart ayında ziyarete açıldı. Adell Armatür bünyesinde oluşturulan koleksiyon, alanında dünyanın en zengin koleksiyonları arasında yer alıyor. Doktor Ercan Topçu’nun 1980’li yıllarda, öğrenciyken başlattığı koleksiyon, ileriki yıllarda kazandığı ivme sayesinde önemli bir açığın kapatılmasına hizmet ediyor. Sektöre musluk üreterek giren Adell Armatür, bugün yurtiçine ve yurt dışına ürün pazarlayan önemli bir sanayi kuruluşu. Kendi sahasında müze kurarak diğer sektörlerde faaliyet gösteren sanayi kuruluşlarına da örnek olan Adell Armatür’ün koleksiyonunda, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerine ait binlerce eser yer alıyor.

Haziran 2022

“Taş plakta, koleksiyonu tamamlama ihtimaliniz yok!”

Cemal Ünlü Röportajı - “Taş plakta, koleksiyonu tamamlama ihtimaliniz yok!”

Asıl işi tiyatro olsa da Cemal Ünlü denildiğinde akla ilk gelen konu, Türk müzik tarihi ve taş plaklar. Kimsenin ilgilenmediği, merak etmediği, plakların pek kıymet görmediği yıllarda kişisel bir merakla işe başlayan Cemal Ünlü, zaman içinde alanın yegâne otoritesi haline geliyor. Osmanlı coğrafyasında icra edilen müzik türleri ve ‘piyasanın’ geçirdiği dönüşüm, tarihle paralel okunduğunda toplum dinamikleri açısından da önemli veriler sağlıyor. Cemal Bey’in çalışmaları sayesinde, İmparatorluğun hızla toprak, güç ve itibar kaybettiği 19’uncu yüzyılda kültür muhitinin hâlâ çok güçlü olduğunu görüyoruz söz gelimi. Adı istibdatla özdeşleşen İkinci Abdülhamid, teknoloji söz konusu olduğunda bütün imkanlarını seferber edebiliyor. Sarah Bernhardt, Lizst konser vermek için İstanbul’a geliyor. İşgal İstanbul’unda erkekler askere alınmışken konservatuar kız öğrencilerle faaliyetlerine devam ediyor. Dünyanın en büyük plak üreticileri stüdyolar, fabrikalar kuruyor şehirde.

Mayıs 2022

“Herkesin ‘hocam’ diyeceği biri olmak istedim!”

Selahattin Özpalabıyıklar Röportajı - “Herkesin ‘hocam’ diyeceği biri olmak istedim!”

Osmanlı dönemi aydın biyografilerinde sıkça geçen bir ifadedir otodidakt. Düzenli bir eğitim almamış, kendi kendini yetiştirmiş kişiler için kullanılır. Modern eğitim yaygınlaştıkça otodidakt kişi sayısı hızla düşüyor. Uzun zamandır insanları tanımaya okudukları okullardan, ders aldıkları hocalardan başlıyoruz. Çok nadir de olsa istisnalar olabileceğini hesaba katmak gerekiyor elbette. Selahattin Özpalabıyıklar bu sıra dışı isimler arasında ilk akla gelmesi gereken portre. Sehalattin Bey, bugünün dünyasında imkansız gibi görünen bir yol izleyerek ezberimizi bozuyor. Ortaokulla noktalanan düzenli eğitimi sonrasında takip ettiği kendi kendini yetiştirme sistemi, onu Türkiye’nin en önemli yayınevlerinde editörlüğe, İngiliz dilinin en önemli isimlerini tercüme edecek seviyede dil hakimiyetine taşıyor. Çevirmen, editör ve yazar Selahattin Özpalabıyıklar’ın serüveni pek çoğumuza ilham olacak nitelikte. Buyrun kendisine kulak verelim…

Nisan 2022

“Anlamsız dünyaya anlam katmaya çalışıyoruz.”

Gökhan Akçura Röportajı - “Anlamsız dünyaya anlam katmaya çalışıyoruz.”

Yazar, dramatrug, araştırmacı, koleksiyoner, senarist, reklamcı, radyo programcısı, sahafsever, efemerist Gökhan Akçura ile gözlerden uzak görkemli kütüphanesinde kitaplar, efemera dosyaları ve plaklar arasında güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Kendi tabiri ile "ıvız zıvır" tarihi konusunda önde gelen isim Akçura’nın yayınlanmış birçok çalışması bulunuyor. Akçura’yı sosyal tarih araştırmalarında benzer konuda çalışan diğer araştırmacılardan ayıran en büyük fark, bu sahada ülkemizde profesyonel olarak çalışan ilk isim olması. Dolayısıyla erken yaşlardan itibaren sahaf camiası ile yakın bir tanışıklığı var. Birçok konuda hâlâ toplamaya ve üretmeye devam ediyor.

Mart 2022

“Etrafımda resim, heykel, kitap olmadan yaşayamıyorum.”

Yahşi Baraz Röportajı - “Etrafımda resim, heykel, kitap olmadan yaşayamıyorum.”

Türkiye’de isimleri bir çırpıda sayılabilecek kadar müze, belki bir o kadar sanat galerisi ve müşterinin/insanın dahil olduğu, eser alıp sattığı bir resim piyasası var. Bu bilgilere; dünya çapında sanatçı ve koleksiyonerimizin olmadığını da Yahşi Baraz ekliyor. Yokluğun bir sebebi, telaffuz edilen rakamların ortalama bütçeler için astronomik oluşu elbette. Fakat maddi imkânsızlık tek başına, mevcut manzarayı izah etmeye yetmiyor. 1800’lerin ikinci yarısından beri eser verilen, yaşanan önemli aksiliklere rağmen kültürel sermaye biriktiren bir toplumda var olan böylesine bir kuraklık, daha detaylı analiz edilmeyi hak ediyor. Akla gelen soruların ilk muhataplarından biri Yahşi Baraz elbette. Osmanlı bakiyesi bir aileye doğmuş, dedelerinden ve babasından ciddi bir entelektüel miras devralmış Baraz. Kitaplar, antikalar; eski halı, yazı, bakır koleksiyonları içinde büyümüş. 1960’ların ikinci yarısında biraz da tesadüflerin etkisiyle sanat dünyasıyla tanışmış.

Ocak 2022

“12 Eylül travmasını atlatmak için kitap topladım belki de!”

Ahmet Salcan Röportajı - “12 Eylül travmasını atlatmak için kitap topladım belki de!”

İş Bankası Kültür Yayınları; hem kurumsal kimliği hem de yayıncılık çizgisi itibarıyla Türkiye’nin önemli yayınevleri arasında. Bu başarıda büyük pay, on altı yıldır Genel Yayın Yönetmeni koltuğunda oturan Ahmet Salcan’a ait. Bankacılık kariyerini yarıda bırakarak yayıncılık işine giren Salcan, bir ihtisas kitapçısı olan Homer’in de kurucusu. Yayıncılık konusundaki yetkinliğinin yanında, en az o kadar önemli bir vasfı daha var Ahmet Salcan’ın. O sahalara meraklı insanların bir kısmının bile bilmediği çok önemli koleksiyonlara sahip. Sayıca en büyük başlık, sosyal bilimler alanında yayınlanmış kitapların yüzde doksanına yakınını barındıran Türkiye’ye dair İngilizce kitaplar. Kısa sürede bir araya getirdiği dünyada yayınlanan ilk resimli gazete olan The Illustrated London News koleksiyonu, Türkiye’de bilinen en geniş koleksiyon.

Aralık 2021

“Kütüphanemde Kontrollü Bir Delilik Var!”

Pelin Batu Röportajı - “Kütüphanemde Kontrollü Bir Delilik Var!”

Yaşadıkları mekanlar, insanlar hakkında kelimelerden daha çok şey anlatır. Bir insanı tanımaya evinden başladığınızda, portreyi doğru fonda inşa etme şansı elde edersiniz. Boşlukları doldurmak için de kelimeler imdadınıza yetişir… Gelin, söyleşiye geçmeden önce bir salon hayal edelim. Antika mobilyalar; masaların, sehpaların üzerinde dünyanın dört bir tarafından toplanmış objeler, duvarlarda Picasso, Bedri Rahmi, Nuri İyem, Erol Akyavaş ve daha onlarca ünlü yerli yabancı ressamın tabloları ve kitaplar, kitaplar, kitaplar… Pelin Batu, annesinin ve babasının kurduğu hayatı, bu fonda, onların bıraktığı yerden sürdürüyor. Ve gariptir; kurgulayanlar artık aramızda olmasa da hikaye hiç kesintiye uğramamış gibi hissediyoruz. Kendi ifadesiyle annesinin ve babasının hayatına devam ediyor Pelin Hanım. Masadaki küllük bile annesi Nevra Batu’nun bıraktığı gibi duruyor. Devraldığı miras önemli ve ilgi çekici elbette. Fakat bu kadarla sınırlı değil.

Kasım 2021

“Okuma zevki olan herkesin elinden çizgi roman geçerdi.”

Murat Sevgikuranlar Röportajı - “Okuma zevki olan herkesin elinden çizgi roman geçerdi.”

“Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor” diyor ya Edip Cansever, hayat da onu doğrulamak için çabalıyor adeta. Kimi zaman şans, kiminde talihsizlik suretine bürünüp gölge gibi takip ediyor bizi çocukluğumuz. Çoğumuz o çocuğu susturmanın bir yolunu bulmuş. Bazılarınınsa böyle bir derdi yok. Onunla el ele geçiriyorlar tüm ömürlerini. Murat Sevgikuranlar onlardan biri. Nedenini tam izah edemese de çocukluğunun yakasını bırakmadığının farkında ve bundan hiç şikayetçi değil. Türkiye’nin önde gelen çizgi roman satıcılarından Murat Bey. Çizgi roman meraklıları ve koleksiyonerleri çok iyi tanıyor kendisini. 35 yıldır fiilen piyasanın içinde. Çizgi romanla mesaisi ise erken çocukluğuna kadar geri gidiyor. Kadıköy Pasajı’ndaki Pecos Bill, Teks, Ken Parker, Karaoğlan ve diğerlerinin maceralarından izlerle dolu dükkanında, özgür bir cumhuriyet kurmanın saadetini yaşıyor. Kendi dili, değerleri ve heyecanları olan bu dünyayı yakından tanımak için bize rehberlik etmesini rica ettik.

Ekim 2021

“Tarihi, müzikle anlatmayı seviyorum!”

Murat Meriç Röportajı - “Tarihi, müzikle anlatmayı seviyorum!”

Türkiye’de pop müziğin ilk örnekleri ne zaman ortaya çıktı? Pek çoğumuz bu soruya 1960’lar ve 70’ler cevabını verme eğilimindeyiz. Oysa Murat Meriç’in çalışmaları bu tarihi 1800’lerin sonlarına, ilk marş ve kanto örneklerine kadar geri götürüyor. Sonra tango, vals, jazz, rock’n roll… Toplum, dinlediği müzikle birlikte yavaş yavaş değişiyor. Müzik tercihlerini, tek başına masum bir zevk de belirlemiyor üstelik. Kulak kabarttığımız melodilere resmi otorite ve dünya siyasetinin etkisiyle karar veriyoruz. Hikaye uzun ve hayli ilgi çekici. Detayları, 1990’ların ikinci yarısından beri Türk pop müziği hakkında araştırmalar yapan Murat Meriç’ten dinleyeceğiz. Meriç, çocukluktan itibaren iyi bir müzik dinleyicisi olmuş. Üniversite yıllarında tesadüfen müzik yazıları yazmaya başlamış ve sahadaki boşluk sebebiyle kendini müzik araştırmacısı olarak bulmuş. 2006 yılında piyasaya çıkan ilk kitabı Pop Dedik’i, 100 Soruda Memleket Tarihi ve Hayat Dudaklarda Mey kitapları izlemiş…

Eylül 2021

“Türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti!”

Sabri Koz Röportajı - “Türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti!”

Sabri Koz, halk edebiyatı okurlarının, sahaf müdavimlerinin ve yayın dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Kendisini kitap meraklısı ve eğitimci olarak tanımlasa da aslında bundan çok daha fazlası olduğu, Sabri Bey’i tanıyanlarca bilinir. Her şeyden önce öğretmen elbette. Sonra derlemeci, makale yazarı, araştırmacı, editör… Mütevazı bir bütçeyle 50 yılda kurduğu halk edebiyatı ‘koleksiyonu’ ve ilk öğrencilik yıllarından itibaren sürdürdüğü titiz okurluğu sayesinde pek çok yayının ortaya çıkmasında büyük emeği var. Kendi ifadesiyle, çalışmakla ve öğrenmekle geçen bir ömrün semeresini, yayına hazırladığı kitaplarda cömertçe ortaya koyuyor. Eski yemek tarifleri, hikayeler, türküler ve bilmeceler gibi konularda hazırladığı derlemeler kadar sohbetine de doyum olmadığını en baştan belirterek sözü Sabri Bey’e bırakalım...

Ağustos 2021

“Entelektüel olan hiçbir şey bana yabancı değil.”

Hilmi Yavuz Röportajı - “Entelektüel olan hiçbir şey bana yabancı değil.”

Herkesin başka bir yönüyle, kendi meşrebince ilişki kurduğu insanlar vardır. Hilmi Yavuz da şairliği, eleştirmenliği, düşünceleriyle her birimiz için farklı anlamlara gelen entelektüellerden. Şairliğinin altını çizsek düşünce adamlığına haksızlık etmiş olacağız. Kendi eserlerini öne çıkarsak eleştirileriyle ufkumuzu açtığını unutacağız. Bu açmazdan kurtulmanın yolunu, eserlerini değil de Hilmi Yavuz’u inşa eden insanları ve muhiti konuşmakta bulduk. Üzerinde izi bulunan hocaları, yazarları, zamanları, şehirleri tanımak; Hilmi Yavuz’a ve eserlerine bir adım daha yaklaşma imkanı sunabilir. Ve kim bilir; 85 yıllık bu zamanda yolculukta, bize rehberlik edecek bazı ipuçları da bulabiliriz belki...

Temmuz 2021

“Varlık, ‘Türk Edebiyatı Var!’ demek için kuruluyor!”

Filiz Nayır Deniztekin Röportajı - “Varlık, ‘Türk Edebiyatı Var!’ demek için kuruluyor!”

Yaşar Nabi Nayır, çağdaş Türk Edebiyatı’nın bugün bulunduğu noktaya gelmesinde büyük emeği olan bir isim. Pek çoğumuzun cep boy edebiyat kitaplarıyla tanıdığımız Varlık Yayınları’nın da kurucusu olan Nayır, Balkan Savaşları’nın yarattığı buhran ortamı sebebiyle çocuk yaşta evini geride bırakıp Türkiye’ye geliyor. Maddi imkansızlıklar sebebiyle Galatasaray Lisesi’nden sonra eğitimini sürdüremiyor. Cumhuriyet’in kurumlarının yeni yeni tesis edildiği 1930’lu yılların başında, daha genç bir çevirmenken, Türk Edebiyatı’nın var olduğunu kanıtlamak amacıyla bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar veriyor. Günümüze dek kesintisiz devam edecek olan Varlık dergisi, büyük bir idealin meyvesi olarak 1933 yılında başlıyor yayın hayatına.

Mayıs 2021

“Türklerle ilgili çıkmış bütün dergileri topladım.”

Bülent Kutlu Röportajı - “Türklerle ilgili çıkmış bütün dergileri topladım.”

Bülent Kutlu İzmir’de yaşıyor. 44 yıldır süreli yayın toplamakta. Çizgiroman ile başladığı biriktirme serüveni Türkçü ve siyasi dergiler koleksiyonculuğu ile zirveye çıkmış. Son yıllardaki ilgi alanı fanzinler ve tiyatro dergileri.. Türkiye süreli yayın koleksiyonerleri arasında hâlâ faal birkaç büyük isimden biri…

Mayıs 2021

“Mezar Taşıma ‘Çalışmaya Doyamadan Gitti!’ Yazın…”

Nurhan Atasoy Röportajı - “Mezar Taşıma ‘Çalışmaya Doyamadan Gitti!’ Yazın…”

Nurhan Atasoy, Türkiye’nin yetiştirdiği en yetkin sanat tarihi araştırmacıları arasında ilk sıralarda yer alıyor. 1950’lerde başladığı çalışmalarını, ilk günden bugüne aynı titizlikle sürdürüyor. Bırakın kitabı, makale yazmak için bile yeterli kaynağın bulunmadığı konular, onun ilhama açık zihninde emsalsiz eserlere dönüşüyor. Osmanlı Bahçeleri ve Hasbahçeler, Derviş Çeyizi; Türkiye'de Tarikat Giyim - Kuşam Tarihi, İznik Seramikleri, Surname-i Hümayun: Düğün Kitabı, İpek: Osmanlı Dokuma Sanatı, Otağ-ı Hümayun: Osmanlı Çadırları, Yadigar-ı İstanbul: Yıldız Sarayı Fotoğraf Albümleri, Matrakçı Nasuh ve Menazilnamesi… sayısını hatırlamadığı araştırmalarından sadece bir kaçı. Nurhan Hoca kitaba ve kaynağa ulaşmanın bugüne kıyasla hayli zor olduğu yıllarda çıkıyor yola. Tek bir konu için aylarca süren yolculuklar yapıyor. Çalışmalarının kitaba dönüşmesi yıllar alıyor.

Nisan 2021

“Gırgır’ın temeli bizim evde atıldı.”

Turhan Günay Röportajı - “Gırgır’ın temeli bizim evde atıldı.”

Turhan Günay, Türk yayıncılığını ve çağdaş Türk edebiyatını en iyi bilen birkaç isimden biri. Gazeteci, yayıncı, eleştirmen ve kendisi öyle isimlendirmese de koleksiyoner. 1960’ların sonunda üniversite eğitimi almak için geliyor İstanbul’a. Ama yolunun, hayatının geri kalanını geçireceği mecraya evrilmesi uzun sürmüyor. Önce gazetecilik, sonra dönemin bütün önemli kalemlerinin katıldığı Cuma toplantıları ve elbette Oğuz Aral’la tanışması. Takvimler 1971’i gösterdiğinde henüz mühendislik fakültesi öğrencisi olan Turhan Günay, bu söyleşide boyutları hakkında fikir sahibi olacağınız tecrübeyi kazanmaya başlıyor. 70’li ve 80’li yılların gençleri Gırgır’dan tanıyacaktır kendisini. Ve okurlar tabii ki 1991’den itibaren çıkardığı Cumhuriyet Kitap Eki’nden. Sözü daha fazla uzatmadan sizi Turhan Günay’la baş başa bırakalım. Keyifli okumalar…

Mart 2021

"İyi tasarlanmış bir koleksiyon, tarih kitaplarında bulamayacağınız bilgiler sunar."

Timur Kuran Röportajı -

Prof. Dr. Timur Kuran, örneğine az rastlanır bir akademisyen. Henüz 5 yaşındayken başladığı koleksiyonculuğu, Kuran’ı anlatmak için kullanılacak ilk sıfat. İktisat tarihçisi, araştırmacı ve yazar kimliklerinin her biri; koleksiyonculuğundan besleniyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Aptullah Kuran’ın oğlu olan Timur Kuran’ı, bugün bulunduğu noktaya taşıyan unsurların başında yetiştiği çevre geliyor. Aile ortamında, henüz okuma bilmeyen bir çocuğun tüm soruları dikkatle cevaplanıyor. İlgi alanları destekleniyor ve cesaretlendiriliyor… Bazıları dünya çapında, onlarca koleksiyona sahip olan Duke Üniversitesi Öğretim Üyesi Timur Kuran’la yaptığımız bu sıradışı söyleşi, pek çok konuda ip uçları içeriyor. Öncelikle koleksiyonerlere ve koleksiyon yapmaya niyetli okurlarımıza söyleyecek çok şeyi var Kuran’ın. Ama sadece onlara değil! Tarihe ve gündelik hayatın satır aralarında gizli ipuçlarını takip etmeyi seven bizlere de… Sabırla okumanızı tavsiye ederiz…

Ocak 2021

"Bizim bir şansımız var, dünyanın en nadir pulları bizde."

Yaşar Temiz Röportajı -

Yaşar Temiz, filateli koleksiyoncularının yakından tanıdığı bir isim. Pul toplamanın bugüne nazaran çok daha muteber olduğu 1970'li yıllarda, şans eseri başlamış koleksiyon yapmaya. O zamanlar, harçlığını çıkarmak için çalışmak zorunda olan bir üniversite öğrencisi. Bütün sermayesi, mütevazı bir bütçe ve büyük bir merak. Topladıkça ilgisi artmış, ilgilendikçe de devamı gelmiş. 1980'lerin başında kurulan Burak Filateli, 40 yıl içinde Türkiye'den hatta dünyadan önemli koleksiyoncuların uğrak yeri konumuna ulaşmış. Binlerce müzayede yapmış Yaşar Bey. Bir o kadar katalog hazırlamış. Milyonlarca evrak görmüş. Sahanın en önemli isimlerini yakından tanımış. 4 kitap hazırlamış... Gelin Yaşar Temiz'in değerlendirmelerine birlikte kulak verelim...

Aralık 2020

"Hikayesiz bir yaşamın anlamı yok."

Emine Çaykara Röportajı -

Bu kez Emine Çaykara eşliğinde huzurlarınızdayız. Konuşulacak çok şey var; Arkeoloji eğitimi, çevirmenlik, biyografi yazarlığı, İstanbul'a karşı duyduğu tutkulu aşk ve tabii Halil İnalcık, Muhibbe Darga ve Oktay Sinanoğlu... Çok renkli bir kariyeri var Emine Hanım'ın. Ve biriktirdiği çok hikâye... Evinin kapısından içeri girdiğinizde atmosferin değiştiği hemen hissediliyor. Kendisi sadece bir köşeye o ismi verse de, aslında Emine Çaykara'nın evinin tamamı bir zamanda yolculuk mekânı. Duvarlarda Muhibbe Darga'dan, Mehmet Abud'dan yâdigar tablolar, masanın üstünde Halil İnalcık'ın el yazısı notları, büyükannesinin koltuğu, babasının masası, antikacılardan toplanmış dolaplar, raflar... Hikayeler ve hatıralar arasında yaşıyor yani. Çok geriye gitmiyor belki zaman makinesi ama geçtiğimiz yüzyılda çok güzel duraklarda duruyor. Buyurun siz de eşlik edin bize...

Kasım 2020

"Koleksiyon hastalık değil, iyi bir tedavi yöntemi..."

Ahmet Yamaç Röportajı -

Herkes; zaman içinde gündelik hayatın sıradanlığını aşmak için, imkanı ve ilgisi doğrultusunda bir yol bulur kendine. Ahmet Yamaç'ın bugün mütevazı bir müze boyutlarına ulaşan koleksiyonları da böyle bir meşgale arayışı sonucunda doğmuş. İşler yoluna girmiş, hayat sükunete ermişken gönül eğlemek kastıyla rotasını sahaflara doğru kıran Yamaç, 'tesadüfler neticesinde' önemli bir birikimin sahibi olmuş. Anadolu'nun farklı şehirlerindeki sahaflardan, antikacılardan, bit pazarlarından toplanan çeşitli başlıklardaki malzeme, 30 yıldır can yoldaşlığı ediyor Ahmet Bey'e. Kendisine sorarsanız berber malzemelerinden kuş kafeslerine, kitap ayracından Süheyl Ünver evrakına uzanan birbirinden farklı ve renkli koleksiyonlarla yolları ayırma vakti gelmiş, gözü de gönlü de doymuş artık.

Ekim 2020

"Herkes Günün Birinde Çocukluğunu Toplar."

Turgay Erol Röportajı -

Turgay Erol, nam-ı diğer Kaptan'ın misafiriyiz bu kez. Vitrinde sergilenen malzemeye ilgisi olsun olmasın, yolu İstiklal Caddesi'ne düşen hemen herkes Denizler Kitabevi'nin önünde bir süre oyalanmıştır. Sergilenen / satılan prestij kitaplar, nadir eserler, objeler; mimarisi ve iç dekorasyonuyla hayli davetkâr bir mekan Denizler Kitabevi. Turgay Bey 1993'te kurduğu işletmeye ısrarla 'sahaf' demiyor. Bir 'meraklısına' dükkan burası. Turgay Erol'un ilk gençlik hayallerinde olduğu gibi deniz tutkunlarına hizmet vermek için kurulsa da ilgi ve faaliyet alanı zaman içinde genişlemiş. Mottoları çok net, "Bizde olmayabilir ama nerede olduğunu bilir, sizi yönlendiririz!" Bu iki cümle Kaptan'ın meseleye ve mesleğine bakış açısı hakkında da önemli bir ipucu veriyor. 40 yıllık ilgi, 30 yıllık mesai neticesinde malzemenin geçici, bilginin kalıcı olduğunu idrak etmiş Turgay Bey. Koleksiyona ve koleksiyonculuğa da derinlemesine bilgiye erişmenin yolu olarak bakıyor.

Eylül 2020

"Kartpostaldaki imajı ne fotoğraf, ne gravür karşılar."

Murat Kargılı Röportajı -

Şu günlerde 4'üncü kitabı üzerinde çalışan koleksiyoner Murat Kargılı'nın hikayesi, bir soruyla başlıyor. Tüm koleksiyonerlerin ortak noktası olan merak ve tutku, onda bir umre ziyareti sonrası kendini gösteriyor. Kutsal şehirleri ziyaret eden hemen herkesin aklından geçen, ‘tarihinden ve ruhundan koparılmış bu şehirler 100 yıl önce nasıldı?' sorusu, isminin önüne ‘araştırmacı' vasfı eklenmesiyle sonuçlanacak bir yola sevkediyor Murat Beyi. İstanbul'un tarihi mekanlarından Kanaat Lokantası'nın işletmecisi de olan Murat Kargılı, kısa süren bir acemilik süreci sonrasında, araştırmacı titizliği ve dikkatiyle sahada kayda değer bir yer ediniyor. Mekke, Medine, Kudüs, Hac gibi konularda akla ilk gelen isim olan Kargılı, ikinci kitabı henüz piyasaya çıkmışken yenisi için kolları çoktan sıvamış bile...

Temmuz 2020

"Kitap çağlara, savaşlara, büyük aşklara tanıklık ediyor."

Hamdi Alkan Röportajı -

Sahaf camiasında, Türk Tiyatro Tarihi yazması yönünde bir beklenti olduğunu fark etmek şaşırtıcıydı bizim açımızdan. Zira herkes gibi biz de sadece oyuncu ve yönetmen kimliğiyle tanıyorduk Hamdi Alkan'ı. Sonra 90'larda sahaf çıraklığı yaptığını öğrendik. Ve tabii tiyatro tarihi konusunda iyi bir arşivi olduğunu da. Fakat bu kadarla sınırlı değilmiş Alkan hakkında bilmediklerimiz. 1980'lerin ortalarında önce Beyazıt'ta, ardından Ortaköy'de tezgâh açtığını, o tarihlerden beri, kendi tabiriyle 'ayakçılığa' hiç ara vermediğini, tesbihten Osmanlı kartpostallarına, tiyatrodan teneke oyuncaklara pek çok alanda hatırı sayılır koleksiyonlar yaptığını ve hatta günün birinde bir sahaf dükkânı açma hayali kurduğunu öğrenmek için sohbet etmemiz gerekiyormuş. Buyrun siz de katılın sohbetimize...

Mayıs 2020

"Sahaflar olmasa bu koleksiyon olmazdı!"

Rüyan Soydan Röportajı -

Ortamın verdiği ipuçlarından yola çıkarak Rüyan Soydan'ın mesleği hakkında tahmin yürütme şansınız yok. 3 duvarı kitaplıklarla kaplı odanın kalan boşlukları Şerif Muhittin Targan imzalı bir resim, hat ve ebru tabloları ve yakın tarihlere kadar kullanılıyor olsa da bugün artık 'antika' vasfı kazanmış çeşitli objelere ayrılmış. Ama kısa bir mesai; ortama tek bir ismin, Mehmet Akif Ersoy'un hâkim olduğunu anlamaya yetiyor. 2000'lerin başlarına kadar Mehmed Akif'in Rüyan Bey'in hayatındaki yeri ve anlamı hemen hepimizinkiyle aynı. İstiklal Marşı şairi olmasının yanısıra vatanperver ve ahlaklı bir insan olmasından kaynaklı bir saygı besliyor Akif'e karşı. Ancak 2002 senesinin son aylarında yaptığı Mısır seyahati yeni bir başlangıca vesile oluyor. Geçtiğimiz 15 yılda bütçesinin ve mesaisinin önemli bir kısmını işgal eden Mehmet Akif koleksiyonunu Rüyan Bey'den dinliyoruz.

Mart 2020

"Babam kitapla varolan bir adam."

Halil Bingöl ve Barış Bingöl Röportajı -

Halil Bingöl, sahaflık mesleğinin eskilerinden. 70'lerde müşteri olarak gidip gelmeye başladığı Sahaflar Çarşısı'na, 1980'de, mesleğini bir kenara bırakarak çırak olarak girmiş. Muhittin Eren, Aslan Kaynardağ, Muzaffer Ozak, İbrahim Manav gibi mesleğin eskilerini yakından tanımış, ticaretlerini gözlemlemiş. Sahaflığın geride kalan 40 yılına yakından şahitlik eden Halil Bingöl'e 15 yıldır oğlu Barış da eşlik ediyor. Barış Sahaf'ın Anadolu ve Avrupa yakası temsilcisi olan baba-oğul, mesleğin bugününü ve geleceğini de temsil ediyor.

Şubat 2020

"Okulda yalnızca 1453'ü ve Atatürk'ü öğrendik."

Nobuo Misawa Röportajı -

Prof. Dr. Nobuo Misawa, 1980'lerin ikinci yarısından itibaren Osmanlı Tarihi ve Türk Japon ilişkileri konularında araştırmalar yapan bir Türkolog. Fujio Mitsumashi ve Yuzo Nagata'dan izini takip ederek Osmanlı Tarihi çalışan Misawa'nın Osmanlı ilgisi çok erken yaşlarda başlamış. Ortaokul yıllarında okuduğu tarih kitaplarının Ortaçağ'ın iki büyük imparatorluğundan biri olan Osmanlı'dan bahsetmediğini farketmesiyle doğan merak, 40 yıldır devam eden akademik çalışmalarının temel motivasyonu olmuş. Yüksek lisansta, hem de hiç Türkiye'ye gelmeden Malatya tarihi ve Dulkadiroğulları Beyliği'ni çalışan Nobuo Misawa'yı bugün meşgul olduğu konulara çeken ilk büyük araştırma ise Türk Japon ilişkilerini başlattığı varsayılan Ertuğrul Fırkateyni kazası...

Ocak 2020

"Kendimi hep Nâzım'a ve Ahmed Arif'e yakın hissettim."

Haluk Oral Röportajı -

Haluk Oral, Boğaziçi Üniversitesi'nden emekli bir matematik profesörü. Başlıca çalışma konuları; kodlar teorisi, şifreleme ve kombinatorik. Ancak Hoca'yı tanıyanların sadece bir kısmı bu ihtisasını biliyor. Matematik sahasındaki çalışmalarının detaylarındansa, meslektaşları ve öğrencileri dışında pek kimsenin haberi yok... Bizim için Haluk Oral, Türkiye'nin en büyük imza koleksiyoneri. Tarihçi olmasa da Çanakkale Savaşı'nı ve cephe gerisini en iyi bilen isimler arasında. Edebiyatçı değil ama Nâzım Hikmet ve Orhan Veli denildi mi gözler Hoca'ya dönüyor... Oral'a mesleğinin yanında yeni ihtisas sahaları kazandıran çalışmalarının ilk tohumları, çocukluk yıllarında okuma merakıyla ekilmiş. Uzunca bir süre filizlenmeyi beklemiş o tohumlar. Yüksek Lisans sonrası Kanada'da kendisine hediye edilen imzalı Nazım Hikmet kitabı, toprağına can suyu olmuş adeta.

Aralık 2019

"İçime Süheyl Ünver'in ruhu kaçmış sanki."

Mert Sandalcı Röportajı -

Mert Sandalcı'nın Nişantaşı'ndaki ofisindeyiz. Yine yoğun bir çalışma döneminde. Üniversitede Eczacılık Tarihi dersi vermeye devam ediyor. Bir yandan da İzmir merkezli bir projenin içinde. Kendisinin, sahaya yeni girdiği yıllarda uyguladığı yöntemle tanıtalım Sandalcı'yı. 1980'lerin ortalarına kadar büyük ve başarılı işler yapmış bir İnşaat Mühendisi Mert Bey. Aslında hiç aklında yokken, bir anda ve dramatik bir şekilde farketmiş yapmakta olduğu işin onu geleceğe taşımayacağını. Her biri alanında büyük boşluklar dolduran kitapların, bir benzeri olmayan koleksiyonların arkasında işte o yüzleşme var. İlk kitabı Max Fruchtermann Kartpostalları 2000 yılında çıkmış piyasaya. O tarihlerden beri giderek artan bir hızla araştırmaya ve yazmaya devam ediyor. Yaptığı işleri ilk günkü heyecanıyla anlatıyor. İlginçtir, neredeyse her başlık çocukluğuna görünmez bağlarla bağlıyor Sandalcı'yı.

Kasım 2019

"20 sene sonra 'Çıraklık bitti!' dedim."

Lütfi Bayer Röportajı -

Lütfi Bayer, 30 yıl önce eğitimini aldığı meslek yerine kitapçılık yapmaya karar verdiğinde niyet etmiş Babil Kitaplığı'nı kurmaya. İşi kitap satmak olan biri için gerçekleştirilmesi zor bir hayal. Ama imkansız değil! Nitekim Lütfi Bey, Babil Sahaf çatısı altında kitap kitap yükseltiyor kulesini. Selimiye Kışlası'nın devasa bir sahaf işliğine dönüştürülmesi fikri karşılık bulsa, hedefi asıl o zaman gerçekleşecek. Ancak ülkenin yakın geçmişini hurda depolarından, eskicilerden, boşaltılan evlerden çıkan malzeme ışığında değerlendiren Lütfi Bayer, pek de iyimser bir tablo çizmiyor.


Ekim 2019

"Devleti bulsam müzeler kuracaktım!"

Zeki Kuşoğlu Röportajı -

Kadıköy'de bir hanın 2. katı. İçerideki kalabalık, yarı açık durumdaki sürgülü kapının sınırında son buluyor. Koltuklar için açılan yer dışında boşluk yok odada. Duvarlar, yerler, masa ve sehpaların üstü, birbiriyle bağlantısını sadece Zeki Bey'in kurabileceği binlere objeyle dolu. Bir ömrün hülasası var karşımızda. Hangi malzemeyi elimize alıp konuşmaya başlasak mevzu aynı yere, Mehmet Zeki Kuşoğlu'nun hayat gayesine gelecek; sahip çıkanı az bir kültür dünyasına hizmet etmek. Gaziantep'te, zenaatkâr bir aileye doğmuş Kuşoğlu. 4 yaşında heykel yapmaya başlamış. Sonrası bilindik hikaye; ilk ve orta öğrenim yılları boyunca resim kabiliyetiyle öne çıkmış, sınıf arkadaşlarının ödevleri onun elinden geçmiş. Nihayet Güzel Sanatlar Akademisi ve devlet bursuyla gittiği Almanya. Biz buradan sonrasını konuşuyoruz, zira 5 yıl kaldığı Avrupa'dan başka bir insan olarak dönmüş Zeki Bey. Mevzunun bizi daha çok ilgilendiren kısmı da o zaman başlamış...

Eylül 2019

"Türkan Şoray'la ilk röportajı ben yaptım."

Agah Özgüç Röportajı -

Agah Özgüç, Türk Sineması tarihi açısından önemli bir isim. Kendini 'sinema tarihçisi' kabul etmese de Yeşilçam'a dair pek çok bilgi ve belge, onun sayesinde kayda geçti. 1960'da gazetecilikle birlikte başladığı koleksiyonu sayesinde yapım şirketlerinde ve sanatçılarda bile olmayan döküman ve görüntünün günümüze ulaşmasını sağladı. Sayısını bilmediği kitaplarına bir yenisini eklemek üzere son hazırlıkları yapan Agah Özgüç'le sohbetimiz, Yeşilçam filmlerinin afişleriyle dolu bir koridorda başladı. Sedat Simavi'nin çektiği, ancak şimdiye dek hakkında hiçbir kayıt bulunmayan iki filmle ilgili yeni belgeler yer alacak bu çalışmasında. Heyecanı hâlâ dipdiri. Kafasında ve arşiv dosyalarında yazılmayı / yayınlanmayı bekleyen çalışmalar sıranın kendilerine gelmesini bekliyor...

Ağustos 2019

"Kitabı ve arabayı Ankara'dan alacaksın!"

Güven Özgüç Röportajı -

Güven Özgüç, Ankara'nın genç sahaflarından. Piyasaya, evlerden ve hurdacılardan kitap aktığı günlere yetişememiş. Kaynak, malzeme ve müşteri eskiyle kıyaslanamayacak kadar değişmişken mesleğe yeni bir dil kazandırmaya çalışan esnafa iyi bir örnek teşkil ediyor Güven Bey. Ankara piyasası ve yeni neslin sahaflığa bakışını öğrenmek istiyorsanız buyrun başlayalım...

Temmuz 2019

"Koleksiyonculuk da matematik gibi bir bilim!"

Korkut Erkan Röportajı -

Ankara, Tunalı Hilmi'de, içi binlerce objeyle dolu bir mekan. Gözünüz neye değse, yarım kalmış bir anlatı beliriyor önünüzde. Geçmiş, hiç bitmiyor zira. Ona temas eden her yeni insanla, başka bir anlam kazanarak devam ediyor. Korkut Erkan ve eşi Nur Hanım 25 yıl önce açmış Eski Zaman Sanat ve Kültür Merkezi'ni. Adı bu ama biz şirin bir 'antikacı' dükkanından bahsettiğimizi söyleyelim ki hayalinizde canlandırmanız kolay olsun. Fakat sıradan bir mekan değil burası. İki kişinin emeği neticesinde bu küçücük dükkandan; bir dernek, 20 yıldır devam eden bir müzayede ve onlarca kitap ve sergi doğmuş. Korkut Bey, hatırı sayılır bir koleksiyoncuyken kaderin cilvesiyle kendini tezgâhın diğer tarafında buluvermiş. Ve başkalarının 'bitti' diyebileceği yerden, yepyeni bir yola çıkmış. Bize sorarsanız iyi de yapmış. Buyrun kendisinden dinleyelim...

Haziran 2019

"Ağabeyimin çalışmalarından hastalığından sonra haberdar olduk!"

Belma Aksun Röportajı -

Belma Aksun, kökü Balkanlara dayanan bir Osmanlı ailesine mensup. Dedelerden itibaren bütün aile çeşitli kademelerde devlet hizmetinde bulunmuş. Belma Hanım da uzun yıllar gazetecilik yaparak dahil olmuş bu halkaya. 1940'lı yılların Konya'sında büyüyen Aksun'un hayatında pek çok insanın izi var elbette. Ancak en kalıcı etki şüphesiz ki ağabeyi tarihçi, yazar Ziya Nur Aksun'a ait. 46 yaşında felç geçiren Ziya Nur Bey, o zamana kadar, en yakınındakilere dahi sezdirmeden önemli işler yapmış, eserler vermiş bir isim. Belma Aksun'dan Konya'dan İstanbul'a resimden gazeteciliğe pek çok şey dinledik elbette. Ancak söyleşinin asıl konusu, 2010 yılında kaybettiği ağabeyi Ziya Nur Aksun'du...

Mayıs 2019

"Doymayan bir iştahım var."

İsmail Kemal Sayğan Röportajı -

Herkesin kabul ettiği gibi koleksiyonerlik, bir aşırılık meselesi. Önlenemez bir sahip olma, biriktirme arzusu. Avukat İsmail Kemal Sayğan, "doymayan bir iştah" diye tanımlıyor kendi durumunu. Ancak doyuma ulaşan her koleksiyon zamanla yol ayrımına getiriyor sahibini. Hikaye er ya da geç; kişinin ve koleksiyonun imkanına göre kütüphane ya da müze kurmak, bağışlamak ya da pes edip elden çıkarmak şeklinde sonuçlanıyor. İsmail Bey, üniversite yıllarından beri defalarca farklı temalarda koleksiyon yapmış, her birini bir sebeple noktalamış bir koleksiyoner. Bazen hayatî ihtiyaçların bile önüne geçebilen bir tutkuyu ıslah etmek, vazgeçmek, yok saymak o kadar da kolay olmuyor. Olmamış nitekim. Defalarca 'Bu son!' dedikten sonra bakmış ki sözünü tutamıyor, kızına bir sahaf dükkanı açmakta bulmuş çareyi... Öncesini ve sonrasını kendisinden dinleyelim...

Nisan 2019

"Bizim oksijenimiz kitap!"

Ahmet Yüksel Röportajı -

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçerken yaşanan dönüşümün önemli kararlarından biri, başkentin İstanbul'dan Ankara'ya nakledilmesiydi. Bu karar, sadece siyasetin merkezini değiştirmiyordu. Aynı zamanda kültürel birikimin toplanacağı yeni bir havuz ortaya çıkmıştı. 1920'lerde orta halli bir Anadolu kasabası görünümündeki Ankara, yeni kimliğini hızla benimsedi. Şehrin, günümüzde pek çok önemli temsilcisi bulunan ilk kitapçıları da o tarihlerde kuruldu. 1980'lerin ikinci yarısından itibaren Sanat Kitabevi'nde Ankaralı kitapseverlere hizmet sunan Ahmet Yüksel; kendi tecrübeleri, meslek büyüklerinden dinledikleri ve okuduklarından hareketle Ankara kitapçılığının yakın geçmişine bir seyahate çıkardı bizi. Ulus'ta kurulan ilk sahaf tezgâhları, merkezin 1950'lerde Kızılay'a kayışı; eski konaklardan, Bâlâlı eskicilerden sahaf dükkanlarına akan envai çeşit kitap ve tabii insanlar ve anılar... Ahmet Yüksel rehberliğinde 100 yıllık bu gezide bizi eşlik etmek isterseniz buyrun...

Mart 2019

"Ramses değiliz ki tombak buhurdanla gömülelim!"

Bahattin Öztuncay Röportajı -

Koleksiyoner, araştırmacı ve Arter Genel Koordinatörü Bahattin Öztuncay, 1990'ların ikinci yarısından itibaren imza attığı her işle adından söz ettirmiş önemli bir isim. Viyana'daki öğrencilik yıllarında başlayan tarih ve koleksiyon merakı zamanla hobi olmaktan çıkıp yeni bir iş alanı açmış Bahattin Bey'e. 2000 yılında faaliyete geçen Arter'de, önemli sergi ve kitap projeleri yapan ekibin başında bulunan Öztuncay, aynı zamanda Koç Holding'de üst düzey yöneticilik yapıyor. Ömer Koç'u ve koleksiyonunu da yakından tanıyan Bahattin Öztuncay'la şahsi çalışmalarını ve Ömer Koç koleksiyonunu konuştuk. İyi okumalar...

Şubat 2019

"Etrafta kitap olunca kendimi güvende hissediyorum."

Saadet Özen Röportajı -

Saadet Özen; mektepli bir arkeolog, alaylı edebiyatçı, profesyonel rehber ve sahada yeni bir tarihçi... 10 yılı aşkın süredir, iddiadan uzak bir tavırla; belgeseller, kurum ve şehir tarihi çalışmaları, müze ve arşiv projeleri gibi önemli işler yapıyor. İki yıl kadar önce başladığı sosyal medya paylaşımlarından önce, Saadet Hanım'dan ve işlerinden sınırlı bir çevre haberdardı. Yapımına katkı sağladığı belgeseller aracılığıyla tanıştığı film arşivleri, onun gibi pek çok takipçisi için de yeni ufuklar açtı. Saadet Özen'le Nakkaliye'de; babasının marangoz tezgâhından devşirdiği masasının başında buluştuk. Makedonya'dan Rusya'ya, Yeni Zelanda'dan Hollanda'ya dünyanın çeşitli yerlerindeki arşivlerden bulup çıkardığı görüntülerden hareketle projelerini, yakın geçmişte yeniden şekillenen tarihçilik anlayışını ve görüntülerin hangi katmanlarda hangi sorulara cevap verdiğini konuştuk. Buyrun sohbete...

Ocak 2019

"Büyük bir edebi birikim kaybolup gidiyor."

Selim İleri Röportajı -

2018'de yazarlığının 50. yılını kutladığımız Selim İleri, yazdıkları kadar hatırladıkları ve aktardıklarıyla da Türk edebiyatına eşsiz bir hizmet sunmaya devam ediyor. İleri'nin edebiyatla bağı ilk çocukluk günlerinde başlıyor. Anne, baba ve ablasının farklı zevklere hitap eden kitaplıkları; öğle uykusuna yatırılırken dinlediği masallar; Kadıköy'de, Beyoğlu'nda, Cağaloğlu'nda ilk kitaplarını aldığı kitapçılar, yazmayı bir tutku olarak benimsemesine sebep olan ilk okuma tecrübesi... neredeyse ilk günkü tazeliğiyle duruyor hafızasında. İleri, onu bugünlere taşıyacak bir muhitin içine doğuyor adeta. Yolu, Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı'nın pek çok önemli kalemiyle kesişiyor. Attila İlhan'dan Cemal Süreya'ya, Peride Celal'den Yakup Kadri'ye ve Kemal Tahir'e ve Behçet Necatigil'e pek çok isim bir görünüp kayboluyor. Her birini önce okur ama bunun yanında öğrenci, dost, dert ve sohbet arkadaşı sıfatıyla anlatıyor İleri...

Aralık 2018

"Askerde kitaplarımı toprağa gömüyordum."

Mevlüt Ceylan Röportajı -

Mevlüt Ceylan, Türkiye ve Ortadoğu'daki yazma eserler konusunda uzman bir isim. Mesleğe, tesadüfler sonucu Şam'da başlıyor. Türkiye'ye yerleşmeden önce İran, Beyrut, Mısır başta olmak üzere Arap coğrafyası literatürü konusunda kayda değer bir tecrübe kazanıyor. 20 yıllık profesyonel hayatın gerisinde, tüm hayatı boyunca devam eden kitap tutkusu var. Yatılı okulda, askerde, üniversite öğrencisi olarak gittiği Suriye'de bu tutkunun izini sürerek buluyor yolunu. Detayları kendisinden dinleyelim...

Kasım 2018

"Bizim toplum kitabın bir meta olduğunu henüz anlamış değil."

Hakan Erdem Röportajı -

Y. Hakan Erdem, Osmanlı tarihine ilgi duyanların aşina olduğu bir isim. Tarihçilik tarzı, eserleri, tartışmalı ya da tartışması uzun zaman önce kapanmış konulara yönelik yaklaşımıyla ortalamanın dışında bir 'tarihçi' profili sergiliyor. Subjektif yorum yapmaktan kaçınan, bir belgenin, üzerinden asırlar geçtikten sonra bile yeni bir gözle bakmayı başaranlara yeni şeyler söyleyebileceğine inanan Hoca, yaşanmış tecrübelerden hareketle varıyor bu düşünceye... Hakan Erdem, 70'li yılların sonlarından beri sahaf müşterisi. O ortamlarda çok insan görmüş, çok kitap ve belgeyle temas etmiş ve haliyle çok 'hikâye' biriktirmiş. Zira Hakan Erdem'e göre 'Kurumsallaşmanın olmadığı yerde anekdot birikiyor!' Buyrun birlikte dinleyelim...

Ekim 2018

"Eşyaya sinmiş rüyalar alıp satıyoruz."

Bahtiyar İstekli Röportajı -

Günümüz sahaflığından bahsedilecekse akla ilk gelecek isimlerden biri, Bahtiyar İstekli olmalı. İstekli'nin İstanbul sahafları arasında geçirdiği 30 yıl, bir yakın tarih panoraması sunuyor bize. Sahaf dükkanlarında alınıp satılan malzemenin ve o malzemeye talip olan müşterinin geçirdiği dönüşüm, içinde bulunduğumuz kültür ortamına dair yabana atılmayacak ipuçları içeriyor. Osmanlıca evrak konusunda ihtisas sahibi olan İstekli'nin esnaf, araştırmacı ve yazar olarak çizdiği çerçeve, sahafiye malzemenin ifade ettiği mânâyı da etraflıca ortaya koyuyor.

Haziran 2018

"Efemeranın Önemini Geç Farkettim."

Haluk Perk Röportajı -

Haluk Perk, sanat tarihi ve arkeolojik eser koleksiyonculuğu ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı bir isim. Sahaya geç sayılabilecek bir dönemde, 1980'lerin ikinci yarısında girmiş olsa da pek çok başlıkta dünya çapında koleksiyonlar oluşturmuş durumda.

Mayıs 2018

"Koleksiyon yapmak, Taksim Meydanı'nı karış karış satın almak gibidir."

Uğur Güracar Röportajı -

Librarie de Pera, 1900'lü yılların ilk yarısından beri İstanbul kitapçılık tarihi açısından önemli bir yere sahip. Uğur Güracar, bu yüz yıllık hikayeye 1984'te dahil oluyor. Kuruluşundan itibaren azınlık mensubu isimler tarafından işletilen Librarie de Pera'yı Talya Nomidis'ten devralan Güracar, o tarihten itibaren Türkiye sahaflığı açısından önemli işlere imza atıyor. Cumhuriyet tarihinin ilk kıymetli kitap müzayedelerinin altında, Librarie de Pera yani Uğur Güracar imzası bulunuyor.

Nisan 2018

"40 yıllık hayalim şimdi gerçekleşiyor."

Mary Işın Röportajı -

Türk kültürüyle tanıştığı yıllarda, yemek kitabı yazmak niyetiyle eline kalem alan Mary Işın, bugün Türk Mutfak Kültürü sahasında hatırı sayılır bir isme sahip. Araştırmaları derinleştikçe çerçevesi; tarih, antropoloji, sosyoloji disiplinlerini de kapsayacak biçimde genişlemiş. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye'de de insanların neyi kaybettiklerini yeni yeni anladıklarını düşünen Işın'ın öncelikli gayesi, Türkiye'nin doğru yüzünü göstermek...

Şubat 2018

Okur, Yazar Bir Sahafın Sandık Odasından...

Sahafname Kitabı Hakkında - Okur, Yazar Bir Sahafın Sandık Odasından...

Hep; eski, nadir eserlerden, koleksiyonlardan bahsedecek değiliz ya, bu sefer de dumanı üstünde bir kitap hakkında söyleyeceklerimiz var. Emin Nedret İşli'nin geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan Sahafnâme kitabından söz ediyoruz. Kitap yeni olsa da içeriği NadirKitap takipçilerini yakından ilgilendiriyor. Turkuaz Sahaf Nedret Bey; mesleği sayesinde haberdar olduğu, gördüğü, alıp sattığı ve hatta bir kısmını şahsi koleksiyonuna kaydettiği evrak hakkında kaleme aldığı yazılarda kıymetli bilgiler veriyor.

Şubat 2018

"Bende fren yok, beşinci vitesle gidiyorum!"

Halil Üner Röportajı -

Halil Üner, basketbol severlerin yakından tanıdığı bir isim. Başarılı spor kariyerinin ardından aralarında Fenerbahçe, Galatasaray ve Milli Takım'ın da bulunduğu çok sayıda kulüpte antrenörlük yaptı. Sağlık sorunları sebebiyle basketbol kariyerine son veren Üner, tutkulu bir karaktere sahip. 10 yaşında başladığı basketbol ilk ve en büyük tutkusu mutlaka. Ancak yine çocukluk yıllarında kendini gösteren ve 'emeklilik' günlerine kadar pusuda bekleyen ikinci bir ibtilası daha var; koleksiyonerlik.

Aralık 2017

"Göbek Bağımı Sahaflar Çarşısı'na Gömmüşler."

Turan Türkmenoğlu Röportajı -

Turan Türkmenoğlu, büyükbabasından ve babasından devraldığı sahaflık mesleğini, Beyazıt'taki Sahaflar Çarşısı'nda sürdürüyor. Türkmenoğlu ailesinin hikayesi ve Turan Bey'in ilk çocukluk günlerinden itibaren biriktirdiği anılar, mesleğin tarihi açısından önemli izler taşıyor...

Kasım 2017

"Başkaları gibi tanınmış değilim ama!"

Semavi Eyice Röportajı -

Karşımızda, mükemmeliyetçi yapısına uygun bir titizlikle oturuyor Semavi Eyice. Yaşadıklarının, yaptıklarının ve umduklarının ortaya koyduğu gibi, bir 'Eski zaman efendisi' o. Bu sebeple sonraki nesillerin içinde bulunduğu rahatlığı, görece ihmâlkârlığı anlamakta zorlanıyor.

Ekim 2017

Yaşar Kemal Sahaflar Çarşısı'nda

Yaşar Kemal Sahaflar Çarşısı'nda - Yaşar Kemal Sahaflar Çarşısı'nda

Yaşar Kemal, 1954'te Cumhuriyet gazetesi için muhabirlik yapmaktadır. Soğuk bir Ocak gününde, akşamüstü yolu Beyazıt'a, Sahaflar Çarşısı'na düşer. Belli ki planlı bir ziyaret değildir bu. Ancak anlatılanlar dikkatini çekmiştir. O ziyarette gördüklerini ve Muzaffer Ozak'la konuştuklarını gazete için kaleme alır.

Cumhuriyet Gazetesi, 5 Ocak 1954

"Ben Değil Zaman Biriktirdi!"

Sermet Erkin Röportajı -

Çocukluğu 70'li ve 80'li yıllarda geçenler arasında Sermet Erkin'i tanımayan yoktur. Sahne üstünde sergilediği performansı soluksuz izlerken perdenin gerisinde de en az sihirbazlık numaraları kadar etkileyici bir hayatı olduğundan habersizdik...

Ağustos 2017

"Kitap sanatında zincir koptu!"

Fatih Hündür Röportajı -

Eskiden tek bir kitapta toplanan geleneksel sanatların şimdi çerçeveye hapsedildiğini söyleyen Mücellit Fatih Hündür, "Üstad olarak gördüğüm, yaptığı her işe hayranlık duyduğum kişi odur!" dediği Necmettin Okyay'ın rehberliğinde ilerlediğini belirtiyor.

Haziran 2017

"Alamadığıma değil göremediğime yanarım!"

Emin Nedret İşli Röportajı -

Emin Nedret İşli konuşurken; yakın tarihin pek çok mühim ismi hatıralar sahnesinde bir görünüp bir kayboluyor. Politikacılar, iş adamları, akademisyenler, eski kitap tozu aldıktan sonra bir daha iflah olmamış koleksiyonerler... Enderun Kitabevi'ne adım attığında henüz 10'lu yaşlarının başında olan İşli, sahaf dünyasının 40 yılını anlatıyor...

Mayıs 2017

"Yeni şeyler konusunda cahil kalma hakkımı kullanıyorum!"

Musa Dağdeviren Röportajı -

Musa Dağdeviren, geleneksel Anadolu mutfağını büyük bir titizlik ve başarıyla sunan Çiya restoranlarının sahibi. Nizip'te, hafızasındaki canlılığını bugüne kadar koruyan 'hayat'lı bir evde doğmuş. 10'lu yaşlardan beri, o zenginliğin kaybolmasına mani olmak için çalışıyor!

Nisan 2017

"Kitap, bir yatırım aracına dönüştü."

Asuman Bektaş Röportajı -

"Şimdi insanlar, kitabı bir yatırım aracı olarak görüyor. Kitapların koleksiyonlara girmesi belli bir disiplin içinde muhafaza edilmelerini sağlıyor. Bu bilinç daha çok oturmadı. Ama insanlar biliyor ki, birgün o kitabı artık istemediğinde ondan para kazanabilecek..."

Şubat 2017

"Bir hurdacının genlerini taşıyorum!"

Osmantan Erkır Röportajı -

Biz Osmantan Erkır'ı ulusal televizyonlara yaptığı büyük çaplı prodüksiyonlardan tanıyoruz. Popstar Alaturka, En Zayıf Halka, Kim 500 Milyar İster gibi pek çok yapımda imzası var. Ancak bu kadar göz önünde olmasına rağmen hiç bilinmeyen bir yönü daha var Erkır'ın. O, aynı zamanda iyi bir koleksiyoner.

Ocak 2017

"Bu işte satan değil alan kazanır!"

Lütfü Seymen Röportajı -

Sahaf camiasının en kıdemli isimlerinden Lütfü Seymen, alınıp satılan eserlerin niteliği değişse de insanlık var olduğu sürece sahaf müşterisinin de sahaflığın da bitmeyeceği kanaatinde...



Aralık 2016

"Eski tarz sahaflığın zamanı doldu."

Prof. Dr. İsmail Erünsal Röportajı -

Sahafların kültür ortamında yetişen, akademik çalışmalarını o ortamlar sayesinde eriştiği evrak üzerinde inşa eden Osmanlılar'da Sahaflar ve Sahaflık kitabının yazarı Prof. Dr. İsmail Erünsal'la sahaflığın yakın tarihini ve geçirdiği dönüşümü konuştuk...

Kasım 2016