Aradığınız Kitabın Adresi İndirimler ve Kampanyalar 19 Yıldır Güvenle

“Mimarlık Daima Siyasaldır.”

Kasım 2023

Yüksek Mimar, Akademisyen, Profesör, Yazar… Bunlar Prof. Dr. Uğur Tanyeli için kullanılabilecek sıfatlar. Ancak hiçbiri Uğur Bey’in aydın/mütefekkir kimliğini ifadeye yetmiyor. Evet, Uğur Tanyeli bir mimar. Üniversiteyi bitirdikten sonra mimarlık tarihi ve teorisi çalışmaya başladığı için tarihçi de diyebiliriz kendisine. Ama mimarlık tarihi deyince aklınıza yapı tarihi, mimari ekoller vesaire gelmesin. Merkeze inşa edilmiş bir binayı ya da binayı inşa eden mimarı alıyor olsa da Uğur Bey’in maksadı, son tahlilde insanı anlamak. Mimari esere bakarken; eseri ortaya koyan toplumun inanç ve düşünce sistemini, yaşam biçimini, ihtiyaçlarını hatta siyasetini de tartışmaya dahil ediyor. Zira söz konusu edilen yapı neticede bir insan eylemi ve Uğur Tanyeli’ye göre “Bir toplumdaki bütün bilgiler homolojiktir. Aynı düşünsel ve toplumsal altyapıyı kullanırlar.” Dolayısıyla parçalayarak bakmak sizi doğru cevaba ulaştırmaz. Bu nedenle Osmanlı’yı da anlatsa, günümüz Türkiye’sinden de bahsetse sözü daha başta insana ve topluma getiriyor. Röportajı okurken zaman zaman konudan uzaklaştığımız sanılabilir, doğrudan mimari konuşmamış olmamız sizi yanıltmasın. Divan edebiyatına, hat sanatına hatta siyasete dair tüm başlıklar aslında mimariyle doğrudan ilgili. Daha çok siyaset konuşmak gerekiyordu belki. Zira Uğur Bey’in dediği gibi, “Teorik bir zeminden bakıyorsanız mimarlık daima siyasaldır!” Yani bina kalitesiyle, estetikle, şehirleşmeye ilgili sorunlarımızı konuşmadan önce bunu doğuran siyasal zemini anlamak gerekiyor. Bu da başka bir röportajın konusu olsun diyor, sizi Prof. Dr. Uğur Tanyeli’yle baş başa bırakıyoruz.


Uğur Tanyeli

1952 Ankara doğumlusunuz. Bize çocukluğunuzun Ankara’sını anlatır mısınız biraz?

Anlatamam. Anlatamam çünkü Ankara’da doğdum ama orada yaşamadım, İstanbul’da büyüdüm. Ailem Rumeli kökenli. Dedem de babam da bürokrattılar. Dedem valiydi. Babam subaydı. Onların görevleri dolayısıyla bir süre Ankara’da yaşamışız sadece.

Dedeniz Osmanlı dönemi valisi değil mi?

Hayır, erken Cumhuriyet, hatta bir ölçüde de Demokrat Parti dönemi valisi. Sivas’ta, Ağrı’da, Trabzon’da valilik yapmış. 1950’lerin sonuna doğru emekli olmuş. Mülkiye mezunuydu. Bir bürokrattan çok daha fazla entelektüel ilgileri olan birisiydi. Sanata da ilgisi olan, resim de yapan biriydi. Bende yüzlerce resmi var hâlâ.

Ailenin Rumeli’den geliş tarihi biliniyor mu?

1913’te, Balkan Savaşları döneminde geliyor bütün ailem. Sadece babaannem İstanbullu. O, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin torunudur. Kaldı ki, Kazasker Mustafa İzzet Efendi de Tosyalıdır. Ailenin geri kalanı Manastır, Üsküp, Selanik gibi muhtelif Balkan şehirlerinden gelmiş. En erken bilinen atam Belgradlı. Epeyce maceralı bir hikaye ama o dönem Balkanlar’ı için olağan bir durum bu. Belgrad’da bugün bir tane Türk yok. Artık Üsküp’te de pek yok zaten.

Kazasker Mustafa İzzet Efendi çok önemli bir hattat. Dedeniz resim yapıyor. Ailenizde sanata yönelik ilgi onlardan sonra da sürdü mü?

Ailede öyle sanatla iç içelik gibi bir durum yoktu. Sanata yönelik bir ilgi olmaktan çok entelektüel bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyatla daha fazla ilgiliydiler. Anneannem sürekli Dostoyevski, Tolstoy okurdu mesela. Anneannem bile lise mezunuydu. İstanbul Kız Lisesi’ne devam etmişti. Bir sanat geleneğinden geliyorum diyemem. Bunun gelenekle ilgisi olduğunu söylemek de mümkün görünmüyor. Tesadüfen birbiriyle ilişkilenmiş, evlenmiş kişiler bunlar.

İstanbul’da nerelerde yaşadınız?

İstanbul’un her yerinde yaşadım diyebilirim. Fatih’te, Fındıkzade’de, Bakırköy’de, Çamlıca’da, Suadiye’de… Aksaray’da da oturduğumuzu hatırlıyorum. O zamanlar İstanbul çok ağırlıklı biçimde Tarihi Yarımada’dan oluşuyordu. Bugünkü semtlerin pek çoğu mevcut değildi. Ya Yarımada’nın içinde ya da Beyoğlu tarafında oturuluyordu. Beyoğlu tarafında da en fazla Nişantaşı, Şişli’de oturabilirdiniz. Asıl Beyoğlu parçası olan Pera’da Türkler pek oturmazdı. Karşı tarafta Üsküdar ve Kadıköy vardı, onlar da dar çevrelerden oluşuyordu. Benim aileme özgü bir yer seçiminden söz etmek mümkün değil, başka seçenek yoktu zaten. 4. Levent bile inşa edilmemişti. Şu anda bulunduğumuz Vadi İstanbul benim gençliğimde bataklıktı mesela.

İstanbul’un bu derece hızlı gelişmesine şahitlik etmek sizin için mesleki anlamda da önemli bir tecrübe olmalı?

İlkokulu bitirdiğim dönemde şehrin nüfusu bir buçuk milyon civarındaydı. Bugün mültecilerle beraber tam sayıyı bilmiyorum ama en azından on yedi milyonu geçtiğini söyleyebiliriz. Demek ki şehir on misli büyümüş. On mislinden daha fazla da yayıldı aslında. Dağınık, otomobille yaşanan bir şehir haline geldi. Eski İstanbul’da her yere yürüyerek giderdiniz. Kilometrelerce yüründüğünü hatırlıyorum. Şimdi arabasız hiçbir yere gidemiyorum. İstanbul’da yaşanan sadece genişleme ve nüfus artışı da değil, çok daha belirgin bir biçimde yapı değişimi yaşandı. Sadece gözlemle anlatılabilecek şeyler değil bunlar ama ben gözlemlenerek anlatılabilecek sayısız şeyi de yaşadım. İstanbul’da neler olup bittiğini kitaptan öğrenmem gerekmiyor. Alışveriş için Sultanhamam’a gidilirdi mesela. Şimdi ben bir gence Sultanhamam’ın neresi olduğu sorsam, cevap veremez. Bütün bu değişim bizim ömrümüze sığdı.

Dünyada metropol sayısı çok elbette, ama değişimin bu kadar hızlı olduğu başka örnek var mı?

Var tabii. Hem de sayısız yer var. Eski Berlin böyle, eski Viyana böyle. On dokuzuncu yüzyıl sonunda Viyana’da yaşayanların yarısından fazlası Viyana doğumlu değil. Ama sorun şu. Orada on dokuzuncu yüzyılın sonunda olup bitiyor bu hızlı değişim. Berlin’de de öyle, on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ilk iki on yılı. Biz İstanbul’da bunu neredeyse gözümüzün önünde yaşadık. Bizde bu kadar geç olduğu için şaşırıyor ve dünyada başka örneği yok zannediyoruz. Halbuki metropollerin hızlı büyümesi o kadar yaygın bir şeydir ki… On sekizinci yüzyılda Londra da böyle büyüyor. Orta boy bir şehirken dünyanın en kalabalık şehrine evriliyor. New York aynı şekilde. New York on sekizinci yüzyılda, Manhattan adasının ucunda, adanın neredeyse yirmide biri büyüklüğünde küçük bir yerleşme. Her yerde benzer şeyler yaşandı. İstanbul’da, bizim kuşağımızın gözünün önünde yaşandığı için bizi çok irkiltti. Neredeyse hepimiz kendi hayatımızın içinde tanık olduk. Alışveriş normları, yaşadığımız yerler, kentsel mobilite… her şey değişti. İnsanların ulaşım donatılarını az kullandığı bir kentten çok kullandığı bir şehre dönüştü ki, mobilite imkanlarını hâlâ Tokyo’daki kadar kullanıyor değiliz. 1950’li yıllarda Edirnekapı’da oturup hiç otobüse binmeksizin ömrünüzü geçirebilirdiniz. Bugün böyle bir şey mümkün mü? Şu anda bulunduğumuz yer neredeyse beş yıl önce yoktu. Bu kadar basit. Böyle bir değişim süreci tabii ki travmatik oluyor.

Mimariye ilginiz ne zaman başladı?

Böyle bir soru sorulduğunda herkes kendi efsanesini kurar. Ben…

Biz de o efsaneye talibiz zaten…

İlkokulda mimar olmaya karar verdim. Bizim ailede genel olarak mimarlığa dair meseleleri konuşmak için mimar olmak gerekmiyordu. Bir tek annem konuşmazdı o konuları. O taraklarda bezi yoktu. Ayrıca dedemin yeğenlerinden mimar olan vardı. Anneannemin erkek kardeşi topograftı aslında ama neredeyse amatör mimar sayılırdı. Onların kitaplarına, dergilerine bakardım. Dolayısıyla epey erken karar verdim.

İlginizi fark ettiler mi ve teşvik ettiler mi?

Tabii. İlkokulu bitirdim. O zamanlar ilkokul beş yıldı. Anneannem beni aldı, Edirne’ye, Selimiye Camii’ne götürdü. “Madem mimar olmaya karar verdin, görmen lazım!” dedi. Hiç kimseden en ufak bir itiraz gelmedi. “Bu yaşta karar verilir mi? İlerde neler çıkacak karşına!” falan da demediler. Tek çocuktum, kolay kolay itiraz edilmezdi bana.

İlerleyen yıllarda bu karardan tereddüde düşmediniz mi hiç?

Düştüm tabii. Liseyi bitirdiğim zaman mimar mı, inşaat mühendisi mi olayım diye düşündüm. İnşaat mühendisliği de aslında bir tasarım işidir. Dolayısıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdim. İnşaat Fakültesi’nde bir yıl okudum ve bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaçtım!

Neden?

Beklediğimi bulamadım. Tasarımsal hiçbir şey yoktu. Fizik, matematik okutulan bir program! Benim beklentim o değildi, strüktür (yapı) tasarımı öğrenmek istiyordum. Dolayısıyla kaçıp kurtuldum. Çok da iyi yaptım. Ve hemen ilk tercihime döndüm. Zaten inşaata da mimari tasarımla ilgili olduğunu düşündüğüm için gitmiştim. Baraj yapımıyla, yol yapımıyla falan ilgim yoktu. Bırakarak akıllılık ettiğim kanısındayım.

Kararınızın akıllıca olduğunu düşündüğünüze göre mimarlık eğitimi sizi tatmin etmiş!

Açık söyleyeyim, Akademi’de aradığımı buldum. Şahane bir mimarlık eğitimi miydi? Onu söylemek kolay değil. Daha önemlisi, benim başka bir seçeneğim yoktu. Ama günün dünyasına ve koşullarına çok ters düşmeyen bir eğitim gördüm. 1970 yılından bahsediyorum. Kuşkusuz, dünyada çok daha tatmin edici ve ilerici okullar vardı. Türkiye’de vardı diyemem.

Yapı tasarımı öğrenmek için okul değiştirmişsiniz ama profesyonel olarak işin teknik kısmıyla da ilgilenmemişsiniz. Sizi mimarlık yapmaktan ne alıkoydu?

Okulun son yıllarında strüktürel ve mimari tasarım benim içim anlamlı olmaktan çıktı. Doğrudan mimarlık tarihi ve teorisi çalışmaya başladım.

Neden karar değiştirdiniz?

Sorularım farklılaştı. Türkiye’de o zaman mimarlığa yaklaşım sıkıntılıydı. Hâlâ bir ölçüde öyledir. “Neden bizde Almanya’daki güncel yapılara benzer yapılar yok?” gibi çocuksu sorular günlük yaşamda çok konuşulurdu. Bu benim sevdiğim soru tipi değildi. Bir ülkenin mimarlığının başka bir ülkeninkine benzer olmayacağı, bunun nedenlerinin neler olduğu, ne kadarının olağan olduğu gibi meselelerle ilgilenmeye başladım. Mimarlık tarihine mimarlık teorisinden geldim ben. Mimarlığı mimarlık kılan nedir? Hangi toplumsal etmenler mimarlığı var ediyor? gibi konularla ilgilenmeye başlayınca yapı tasarımı ilgisi ortadan kalktı. Neredeyse okulu bitirdiğim gün “Mimarlık Tarihi Kürsüsü’ne gel!” dediler. Bir kadro açtılar. Oraya transfer oldum. Başlamam iki ayı bulmadı. O sürede de bürokratik işlemler tamamlandı.


Uğur Tanyeli

1970’lerin ortalarında mimarlık teorisi tartışacak ortam, muhatap var mıydı?

Çok daha kısıtlıydı. Bu meseleler yeni değil, Türkiye’de on dokuzuncu yüzyıl sonundan beri tartışılır ama çok kısıtlı bir çevrenin gündemindeydi ve tartışma çok cılızdı. Hatta çok naifti, çocuksu bir dille konuşulurdu. Bugün artık böyle konuşulduğunu söyleyemem. Hâlâ var öyle konuşanlar ama çok daha derinlikli bir teorik altyapı birikimine sahibiz artık. O yıllarda mimarlık öncelikle gündelik siyaset merkezli tartışılırdı. Teorik bir zeminden bakıyorsanız mimarlık daima siyasaldır, o ayrı mesele. Ama o siyasal tartışma bir zamanlar gündelik siyasetin malzemesi gibiydi. Mimarlık hâlâ siyasal bir zeminde tartışılıyor tabii ki, toplumun sayısız üretiminden bir tanesi o zaten. Bu nedenle mimarlığın siyasetle ilgisi kaçınılmaz. Ama erken dönemlerde tartışmanın niteliği bu değildi. Üzerinden kırk yıl geçti ve çok şey değişti.

O tarihlerde Mimarlık Tarihi Kürsüsü olması dönem için ilerici bir hamle sayılabilir mi?

Daha bile erken tarihlerde vardı böyle kürsüler. Teknik Üniversite’de 1950’lerde Mimarlık Tarihi Kürsüsü vardı. Doğan Kuban’ın önderlik yaptığı ve ömrünün sonuna kadar içinde bulunduğu kürsü. 30’lu yıllarda da mimarlık tarihi çalışan insanlar vardı ama örgütlü bir akademik çerçeve yoktu. Dünyada böyle değil tabii, Türkiye’deki çok gecikmiş bir süreç. Türkiye’de yayınlanan ilk mimarlık kitabı 1873 tarihli Usûl-i Mîmarî-i Osmani’dir. Başka yerlerde on beşinci yüzyılda başlıyor bu çalışmalar. Geç başlandı, bence hızlı yol alındı, ancak “Türkiye dünya genelinde mimarlık literatüründe önemli bir yer tutuyor mu?” diye sorarsanız “Hayır, tutmuyor!” derim. Az sayıda yazılıyor ve az kitap basılıyor, hâlâ çok az.

Tartışılan meseleler dünyayla benzerlik arz ediyor mu?

Gittikçe benzediğini rahatça söyleyebilirim. Bir zamanlar Türkiye’deki mimarlık tarihi tartışması doğrudan milliyetçilikle bağlantılıydı. “Biz Türk milletiyiz. Türk milletinin mimarisi vardır” gibi tezleri güçlendirmeye yönelik tartışmalardı bunlar. Bir grup insan bunları hâlâ konuşuyor olabilir ama artık öyle bir mesele gündemde değil. Yirminci yüzyılın başında ulus inşası denen süreç gerçekleşiyor. O sürecin bir parçası da “Bizim başkalarından farklı ve önemli bir mimarlığımız var” iddiasıyla ilişkili. Örneğin Celal Esat Arseven’in bütün derdi budur. 1928 yılında Türk Sanatı diye bir kitap yazar, giriş metninde bile bunu anlatır. “Bizim de İran mimarlığından, Avrupa’dan, Araplardan farklı bir mimarlığımız var” der. Derdi, kendi ulusunu temellendirecek bir mimarlık geleneği olduğunu ispat etmek. O dönemin Avrupası’nda “Zaten Türklerin mimarlığı yok!” gibi tezlerin dile getirildiği metinler de üretiliyor çünkü.

Öyle mi bakıyorlar hakikaten?

Tabii, bir zamanlar ciddi ciddi bunlar söyleniyor. “Arapların var, İranlıların var ama Türklerin mimarlığı yok!” iddiasını dile getiren kitaplar, metin parçaları var. Bu durum Türkiye’de bir asabiyet yaratıyor. Ama asabiyet, kaybetmişlik demektir. Ne zaman böyle bir siyasal, teorik asabiyetle karşılaşsanız bilin ki bu tamamen kaybetmekle ilişkilidir. Bir şeye kızarak ya da inatlaşarak kendi varlığınızı anlatamazsınız. Kaldı ki varlığını anlatmanıza da gerek yok. Türk mimarlığı vardır demek yerine, ayrıntılı çalışın, üretin. Varsanız bunu ispat etmek için sokağa çıkıp “Ben buradayım!” diye bağırmanız gerekmiyor. Varlığınızı entelektüel eylemlerinizle gösterirsiniz. Ama Türkiye’ye bunun tam tersi yapıldı uzun süre.

Erken Cumhuriyet yıllarında, yeni kurulan ulus devletin zeminini güçlendirmek için Osmanlı mirasını reddetmek tercih ediliyor. Mimarlık tarihi çalışmalarında da yöntem aynı mı?

Dönemin Osmanlı kavrayışı iki uçlu bir meseledir. Erken Cumhuriyet bir taraftan kendini Osmanlı’dan ayırarak bambaşka bir şey olduğunu söyler ama öte taraftan kendisini kültürel olarak temellendirebilmesi için neredeyse Osmanlı’dan başka geçmişi yok. Ancak Erken Cumhuriyet tarihyazımında Osmanlı kaynaklarını mecburen çok az kullanıyorlar. Çünkü ortada bunları kullanacak çok az yetişmiş insan var. Arşiv belgeleri üzerinde çalışmalar Erken Cumhuriyet’te başladı. Osmanlı Arşivi kullanıma yeni açılıyordu. Sinan’ın temel kaynakları üzerine okuma yapanlar daha 1890’da başlamışlardı, ne var ki çok küçük bir çabaydı o. Cumhuriyet’te durmadı bu çalışmalar ama 1927 yılında nüfus sayımı yapıldığında Türkiye’de okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 20 civarında. Bunların ne kadarı kitap okuyor? Çok çok azı. Türkiye’de bugün bile çok az kitap okunuyor. Mimar Sinan kitabımda bir bölümde bunu ele aldım. Elimizde tam bir katalog var, Avrupa’da on altıncı yüzyıl sonunda üç yüz kırk beş bin başlıkta kitap var. Yanlış hatırlamıyorsam yüz elli milyon basılı nesne dolaşıyor. Türkiye’deki bütün yazmaların toplam sayısı iki yüz seksen bin! Matbaanın olmadığı hiçbir yerde bu seviyeye erişilemez zaten. Eskiden, “Biz de çok kitap okuyorduk ama çok sayıda hattat olduğu için matbaaya ihtiyaç yoktu.” denilebiliyordu. Artık sayılar var elimizde. Veriler ortada. Mimarlıkta da böyle. Ortada az ürün varsa az düşünce üretiyorsunuz demektir. Mimarlık üretebilirsiniz. Onu üretmemek mümkün değil. Bina yapmak zorundasınız. İçinde yaşıyorsunuz, ibadet ediyorsunuz, ticaret yapıyorsunuz. Ama mimarlık üzerine düşünmek başka bir şey. Orada epey zayıf bir geleneği tevarüs ettik dersem çok yanlış bir şey söylemiş olmam. Türkiye’de böyle şeyler söylediğinizde pek sevilmezsiniz. İnsanlar hemen “Ne münasebet!” diye cevap verirler. Halbuki sayılar meydanda. Artık palavrayla konuşabilme şansınız yok.

Siz Osmanlı kaynaklarına ne zaman yöneldiniz? Akademi’de Osmanlıca dersi var mıydı?

Hayır, 1970’lerde Akademi’de de diğer okullarda da böyle bir eğitim yoktu. Teknik Üniversite’de okurken üç ay süren bir öğrenci boykotu olmuştu. Okul kapalı, yapacak bir işim yok. Anneanneme, “Bana eski yazı öğret bari” dedim. “Allah Allah!” dediler tabii, ama kimse itiraz etmedi. Sahaflar Çarşısı’na gittim, eski bir elifba ve kıraat kitabı aldım, çalışmaya başladım. Mimarlığa başladığım zaman çat pat eski yazı okuyordum. Mimarlık tarihi çalışıyorsanız özgün kaynaklara dönmek zorundasınız. Her metinden mimarlık tarihine ilişkin bilgi çıkarılabilir. İlle mimarlık metni olması gerekmiyor. Fetvalar da, şiirler de, mahkeme kayıtları da mimarlık üzerine konuşur. En çok Şer’iyye Sicilleri’nde bilgi bulursunuz. Seyahatnamelerden bile çok şey öğrenirsiniz. Çünkü bugün var olmayan bir yapıyı anlatır. Ancak sorun şu: Nasıl anlatıyor ve neyi görüyor? Hiçbirimiz her şeyi görmeyiz. İnsan gözüyle görmez, zihniyle görür! Söylemler üzerinden görür. Dolayısıyla farklı söylemlerin içinde mimarlık nasıl gündeme geliyor meselesi de en azından benim için önemli bir meseledir.

Mimarlık tarihi çalışmaları tarihçilikten nerede ayrılıyor?

Metnin içindeki mimari verileri görmek için mimarlık eğitimi almış olmak işe yarar. Yazar, bir şeyi görürken diğerini görmemiştir. Ama o iki şey bir aradadır ve birini görürken diğerini görmemesinin bir sebebi vardır. Hiçbir şey tesadüfi değil ki geçmişte! Görmüyorlarsa belirli bir nedenle görmezler ya da görüyorlarsa belli nedenlerle görürler. Neyi arıyorsanız onu görürsünüz. Neyi arayacağınızı daha önceki bilgileriniz tanımlar. Dolayısıyla mimari tasarıma ilişkin bilgi, mimarlık tarihi çalışmaları için anlamlı bir temel olabilir. Fakat benim yaklaşımım bağlamında mimarlık tarihi genel tarihyazımından da sosyal bilimlerden de ayrıştırılmamalıdır. Mimarlık, toplumsallığı kuran sayısız pratikten biridir ve öyle yorumlanmalıdır.

Günümüze ulaşan yapıların neredeyse tamamı kamusal binalara ait olduğu için ortalama seviyede yorum ve çıkarımlar da bu yapılar üzerinden ilerliyor. Barınma kültüründe nasıl bir değişiklik söz konusu. Buna dair veri var mı elimizde?

Şu anda Türkiye’nin Barınma Tarihi adında bir kitap yazıyorum. Veri var, ama yapı yok. Türkiye’de on sekizinci yüzyıldan kalma ev yapısı ararsanız bir avuç bulursunuz. Bütün Türkiye’de on yedinci yüzyıldan kalma bir tane konut yapısı var: Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın divanhanesi. Bu durum birçok araştırmayı tabii ki engeller.

Neden ulaşmamış günümüze? Kullanılan yapı malzemesi mi dayanıksız?

Hayır, yapı malzemeleriyle hiç ilgisi yok. Kültürel tavırlardan kaynaklanıyor. Türkiye’de konut yapılarını korumaya yönelik bir çabanın olmayışıyla, konut yapısının değerli olmayışıyla ilgili. Avrupa’da konut yapısı bir yatırımdır. Orada kapitalizm on altıncı yüzyıldan başlıyor. Bir bina yaptıysanız yirmi yıl sonra yıkmazsınız çünkü sermayenizin bir parçasıdır. Dolayısıyla yapıların ömürleri daha uzun olur. Kapitalist üretim ilişkileri yapılara karşı tavrınızı değiştirir. Sorun şu, bir noktadan sonra kapitalist üretim ilişkileri Türkiye’dekine benzer, bu sefer de yapılar ömürsüzleşmeye başlar.

Neden?

Rant tırmanıyordur, sizin yapınız küçüktür. Onunla yeterince değer ve gelir elde edemediğiniz için yıkar yeniden yaparsınız. Şu anda İstanbul’da olan şey modern kapitalizmin olağan uzanımı. Ama erken kapitalizm yıkmaktan çok biriktirme ağırlıklıdır.

Biz o evreyi pas mı geçmişiz?

Neredeyse pas geçmişiz, evet. Erken kapitalizm çağında Türkiye bir kapitalist ülke değil. O kadar çok etmen giriyor ki devreye. Kagir bir eviniz yoktur çünkü o kadar varlıklı değilsinizdir. Evlerin ahşaptan yapılmasının nedeni sanıldığı gibi deprem hasarını azaltmak değil. On dokuzuncu yüzyılın sonunda bile en iyi kalite ahşap bina en kötü kagir binanın yarısından ucuz. Mecburen ahşap ev yapıyorsunuz. Moltke 1830’larda İstanbul’a gelir, “Burada binaları, evleri o kadar hızlı yapıyorlar ki şaşarsınız.” diyor. Kagir bina hızlı yapılamaz. Ahşap bina bir çırpıda yapılır ve ucuzlatır maliyeti. Bize özgü bir mesele değil, Japonya’da da öyledir. Eski Japonya bütünüyle ahşap.

Örneklerin günümüze ulaşması konusunda Japonya’yla Türkiye arasında benzerlik var mı?

Var tabii. Orada da eski konut örnekleri Avrupa’daki kadar çok değildir. İkinci Dünya Savaşı’nı geçirmiş, yıkılmış Almanya’ya dair, 11. Yüzyıl Evleri, 12. Yüzyıl Evleri diye kitaplar hatırlıyorum. Öyle bir binanın içine girip dolaşırsınız. İtalya’da içinde yaşanıyordur zaten. Mimari açıdan İtalya, Roma’dan başlayarak dünyadaki en zengin yer. Çünkü on yedinci yüzyıla kadar dünyadaki en zengin yer orası. Biz Kanuni çağında çok zengin olduğumuzu zannediyoruz ama öyle değil. Dolayısıyla İtalya’daki yapılar korunmuştur, bunda şaşıracak bir şey yok.

Konut örneği yok! Peki konut mimarisine dair plan, proje, çizim gibi detaylar var mı elimizde?

Halk mimarisinde plan yoktur, onu ustalar yapar. Ama kabaca biliyoruz nasıl bir plan düzeni olduğunu. Geriye doğru gittikçe vuzuh kaybolur, belirsizleşir. On beşinci yüzyılda Kayseri’de evler ne büyüklükteydi? Bu sorunun cevabını ancak belgelerde bulursunuz. İki oda, bir sofa, bir tuvalet, kuyu, avlu gibi bilgiler bulunur orada da. Dolayısıyla Türkiye’nin barınma tarihini çalışmak öküz altında buzağı aramaktır. Evlerin kaçında kuyu var? diye olmadık kaynaklara bakarsınız. Bu bilgi işinize yarar çünkü. O sayede hijyene ilişkin bir şey söyleyebilirsiniz. O tarihlerde dünyanın hiçbir yerinde evlere şebeke suyu gelmez. Ancak saraylara gelir. Kanuni çağının başları için bir hesaplama yapmıştım. Dokuz tane konut yapısına şebeke suyu geliyor. Onlar da Sokollu Mehmet Paşa’nın sarayı, Rüstem Paşa’nın sarayı gibi yerler. Ama belgelerde kaç kişinin kuyu açtığını görürsünüz. Neredeyse her evde kuyu var. Konut tarihi o kadar karmaşıktır ki! Evin tuvaletinin olması daha sağlıklı bir çevrede yaşadıklarını söylemenize yetmez mesela. Yanında kuyu varsa problem var demektir. Tuvalet kuyuya pis su kaçırır ve sağlık sorunları çıkar ortaya. Hepsini görmeye başladığınızda bütün efsaneler yıkılır. “Bir zamanlar çok temizdik” denildiğinde, “Acaba öyle miydik?” sorusu gelir akla. Hamam var ve hamama giderdik, çok doğru. Peki çamaşır değiştirebilir miydik? Çamaşır pahalı, çünkü tekstil çok pahalı. O kadar karmaşık bir sistem ki. Netice itibarıyla temiz değildik! Dünyada hiç kimse bugün anladığımız manada temiz değildi ki! Ama temiz olduğumuza inanmak istiyoruz.

Her çalışmanız yerleşik ve yanlış inanışları yıkmaya yönelik yeni sorular sorduruyor. Tepki almaktan yorulmadınız mı?

Yorulmak bilmem ben, üstelik herhalde muzır bir kişiliğim var… Ne yapayım, biraz dikkatli baktığınızda bilinegelenlerin dışındakileri de görürsünüz. Ancak ille de inanacağım diyorsanız inanırsınız. Türkler bilmek değil inanmak istiyor. Bu dini bir konu değil ki, gündelik yaşamın bir parçası. Yıkanıyorsanız temizsiniz, sabun kullanıyorsanız temizsiniz. Çamaşırınız varsa temizsiniz. Leonardo da Vinci ya da Michelangelo babasına bir mektup yazmış. “Bu yıl bir tane gömlek aldım.” diyor. On altıncı yüzyılda orta sınıf insanların bir tane elbisesi var. Avrupa’da böyleyken Türkiye’de farklı olması mümkün olabilir mi? “Leonardo da Vinci yıkanmazdı” dediğiniz zaman Avrupa’da kimse rahatsız olmaz. “O çağda kimse yıkanmıyormuş” derler. Ama bugün ben “Eskiden sandığımız kadar temiz değildik” desem, ilk tepki “Ne münasebet!” olur. Benim kaybetmişlik psikozu dediğim bir tavır bu. Dünya sahnesindeki eski yüce rolünüzü kaybettiğinize inanırsanız, düş kırıklığınızı hayali başarılarla kompanse etmeye çalışırsınız. Biraz daha sağlıklı bir toplum olmak için bundan kurtulmak gerekiyor.

“Mimarlık daima siyasaldır” dediniz. Günümüz Türkiye’sinde siyasallık mimariye nasıl yansıyor?

Çok daha karmaşık bir mesele o. En basit biçimiyle ekonomik olarak yansır. Siyasal iktidar spekülatif kazancı tırmandıracak kararlar alıyorsa ona göre bir görünüm ortaya çıkar. Diyelim ki faiz hadlerini düşürdünüz, o zaman insanlar paralarıyla para kazanamayacaklarını bilirler ve arsa, ev alırlar. Talep yükselince boyuna inşaat yapılır. Rant tırmanır. Bir siyasal tercihin sonucudur bu. Sorun yaşar mısınız? E yaşıyoruz zaten. Her yerde böyledir. Masum bir mimarlık olamaz! “Ben spekülatif kazanca katkı sağlamayacağım” diyemezsiniz kolay kolay. Her yaptığınız bina bunu güçlendirir. Tek katlı bir evin üstüne iki kat daha çıktığınızda orası ayrı bir değer kazanır. İstanbul’da gecekondudan başlayıp on katlı apartman alanına evrilen semtler var. Hatta çoğu yer böyle.

Bir kitabınız Yıkarak Yapmak adını taşıyor. Bizim ilk anda anladığımız şeyi kastetmiyorsunuz, daha teorik bir yıkım sizin işaret ettiğiniz ama şehrin sorunlarını gidermenin yıkarak yapmaktan başka yolu var mı?

Benim kastettiğim yıkım yapıcı bir kavram. Kentsel dönüşüm gibi bir şeyi kastetmiyorum yani. Kentsel dönüşüm kötü bir şey değildir ama Türkiye’de kentsel dönüşüm politikaları ciddi yanlışlar üretiyor. İnsanların elinden kişisel karar verme hakkını alıyoruz. Bütün alan birleştirilerek tek elden inşa ediliyor sonra hak sahipleri arasında üleştiriliyor. Diyarbakır Suriçi böyle yapıldı mesela. Alanı açmak için kötüyle beraber iyiyi de yıkıyorsunuz. Eski gibi gözüksün diye sahte eski bina yapıyorsunuz. Tarlabaşı’nda yapılan da böyle. Böyle dönüşüm olamaz.


Yıkarak Yapmak - Uğur Tanyeli
Mimar Sinan - Uğur Tanyeli


Demokratik bir yapılaşma kaos doğurmaz mı?

Hayır! Bunu yapabilen ülkeler var. Berlin savaşta neredeyse tamamıyla yıkıldı ama bugün İstanbul’la kıyaslanmayacak kadar tarihi bir kent. Kişisel tercihleri yok saymadan çok daha adaplı bir şehir ürettiler. Tek bir cevap yok. Londra’da spekülasyon İstanbul’daki kadar azgın. Benim gençliğimde Londra alçak katlı bir şehirdi. Şimdi Manhattan gibi bir yer oldu. Spekülatif basıncın ne kadar olduğuna bağlı, hangi politikalarla denetliyorsunuz ya da denetlemiyorsunuz ona bağlı. Denetlememek de mümkün. Tokyo’da denetlenmez bu yüzden yükselip duruyor. 1950’de Tokyo büyük ölçüde iki katlı. Bugün merkez kesimi on tane İstanbul!

Günümüz Türkiyesi’nde estetik değerlerle uyumlu, yaşanabilir, ritmi olan şehirler çıkar mı?

Dünya ve kentler sürekli değişiyor. Bir gün gelir daha başarılı çevreler oluşturulabilir. Tam aksi de olabilir: “On yıl önce İstanbul bir cennetti” de diyebiliriz. En azından daha huzurlu bir ortama gelebilmek için Türkiye’nin kentleşme hızının düşmesi lazım. O zaman ortam bir ölçüde rahatlar. İkincisi, gelişme hızının düşmesi lazım. Ama gelişme hızı düşemez. Düştüğünde yoksul kalıyoruz. Almanya yılda yüzde bir büyüse rahatsızlık duyulmaz. Birkaç yıl önce Japonya’da küçülme vardı. Kıyamet kopmadı. Ama Türkiye yüzde beşten az büyüdüğünde ciddi problemler doğuyor. Yüzde beşten fazla büyüdüğümüzde de enflasyon artıyor. Bunların hepsinin durulması için, Türkiye’nin ekonomik açıdan gelişmiş ülkeler standardında bir yer olması için, neredeyse tamamının kentleşmiş olması lazım. Köylülüğün tamamen tasfiye edilmesi lazım. Bu gerçekleşmekte zaten.

O da başka sorunlar doğuracak tabii!

Elbette. Bunların hiçbiri mucize değil ki. Sürekli çelişkiler içinde bir orta yol bulmaya çalışırız. Bugün konuştuğumuz problemler ortadan kalktığında bu kez de yeni problemler belirir. Daima böyle olur. 50 yıl önce Türkiye’de uyuşturucu kullanımı ne orandaydı, bugün ne oranda? Ben gençliğimde uyuşturucu kullanan insan görmedim çevremde. Bugün aynı şeyi söyleyemem. Böyle bir dert yoktu. Dertler sabit değil ki. Bazıları ortadan kalkarken sürekli yeni dertler çıkıyor. Bazı sorunları çözeriz, bazılarını da unuturuz, kanıksarız. Toplumsallık böyle bir şey.


Uğur Tanyeli

İstanbul’da en çok şikayet edilen şey kaotik bir şehre dönüşmüş olması. Kaostan arındırılmış bir metropol mümkün mü?

Hayır, öyle bir yer ben bilmiyorum. Tıkır tıkır çalışacak şahane bir ortam, kimse şikayet etmeyecek. Her şey yerli yerinde… Öyle bir şehir yok. Ama kaosu azaltmak mümkün. İstanbul aşırı kaotik. İstanbul’daki araba sayısı New York’takinin üçte biri kadar değildir ama New York’ta trafik İstanbul’dan daha iyi. Bunların hepsini çözecek bir mucize yok. Öte yandan metropol demek çeşitlilik demek. Çeşitlik olduğu zaman rahatsız olursunuz. Sizden farklı birileri dolaşıyor ortada. Neden farklı olduğunun hiç önemi yok, her farklılık rahatsız eder. Bu farklılıklara alışmak gerekir, o da zaman alıyor. Dünyanın her yerinde o kentli olmayan, dışardan gelmiş insanlar var. New York’un Portorikoluları var, Vietnamlıları, Korelileri var. Çinlilerin kendi mahalleleri var her yerde. Ama Amerika’da çoğunluk “Eyvah! Ne olacak bu New York’un hali?” demiyor. Türkiye’de biz diyoruz. Bir gün Vietnam lokantasına gider, ertesi gün yanındaki Arap lokantasında yemek yiyebilirsiniz. Bir semtte herkes Arapça konuşuyordur. Biz böyle bir şeyin varlığını görünce şaşkına dönüyoruz. Her tür çeşitlilikten korkuyoruz.

Osmanlı’ya yönelik parçalı bir bakış açımız var. Mimari yaklaşımları idealize edilirken müzik, şiir gibi sanatlarda ulaştıkları seviye için benzer bir bakış açısı yok. Bir toplumun bir alanda zirveyi yoklayıp diğer alanlarda vasatta kalması mümkün mü?

Böyle bir şey olamaz. Zirve diye de bir şey de yok üstelik. Bir toplumdaki bütün bilgiler homolojiktir, aynı düşünsel ve toplumsal altyapıyı kullanırlar. Dolayısıyla Osmanlı’daki hat sanatıyla mimarlık arasındaki ilişki içsel bir ilişkidir. Konutunuz hiç camiye benzemez ama ikisinin mimarisi homolojiktir. “Divan edebiyatı beş para etmez ama binalarımızı iyi” diyemezsiniz. Her şey gibi mimarlık da, şiir de kendi çağı bağlamında yorumlanır. Süleymaniye’yi bugünkü bakış açışınızla doğru yorumlayamazsınız. “On altıncı yüzyılda ona bakanlar nasıl bakıyordu?” diye düşünmeniz lazım ama divan şiirini de öyle anlamanız lazım. Biz galiba pek çok şeyi anlamak istemeyiz. Mimari eseri görebildiğimiz, içinde dolaşabildiğimiz için anladığımızı zannediyoruz. Fakat mimari değerlendirmeler öyle yapılamaz. Geçmişin ürünleri ve insanları sizin bugünkü beklentilerinize cevap vermezler. Yaşadıkları günün alışkanlık ve beklentileriyle konuşurlar. Bugünden bakıp onları anlamıyorsanız bu onların değil sizin probleminizdir. Bütün alanlar için kendi çağlarının insanlarına ne ifade ettiğini anlamak zorundayız. “Bize bugün ne söylüyor?” O ayrı bir konu. Kuşkusuz onu da ayrıca araştırırız. Asıl sorun onlara ne ifade ediyordu? Cami, köprü, divan şiiri… hepsi tabii ki bir şey ifade ediyor. Belirli nedenlerle başka şekilde değil de öyle yapılıyor, yazılıyor. Bu bilinci yeni geliştiriyoruz bence.

Osmanlı’ya yönelik aşırılıklarla dolu bakış açımız bugün verdiğimiz eserleri etkiliyor olabilir mi?

Tabii! Bence ciddi sorunlar doğuruyor. Bir kere o çağları problemsiz görüyor, onları olmadıkları bir şey gibi görmeye çalışıyoruz. Biraz Osmanlı çalışan herkes bilir ki her çağda problem vardır. Bizim bugün yaşadıklarımızı paylaşmıyor olabilirler ama onların da başka problemleri vardır. Tarihi olağanlaştırmak zorundayız. Biz ya kötülüyor ya yüceltiyoruz. Dünyaya böyle bir bakış açısıyla bakılamaz. Geçmişte ne lanetlenecek ne de olumlanacak bir şey var. Bunu anlamak zorundayız. Kimse üstün zekalı değil, her çağda üç aşağı beş yukarı insanlar aynı zeka seviyesine sahip. Daha önemlisi Osmanlı’yı sürekli parlatmak suretiyle onu mimari araçlarla bugüne taşımak istiyor, taklit Osmanlı yapıları yapmaya çalışıyoruz. Tarihsel süreçlerin geri viteslerinin olmadığını anlamamız gerek.

Ortalama zekadan söz etmişken Sinan mevzuuna gelelim. Mimar Sinan’ın muhayyel bir kişilik olduğunu söylüyorsunuz. Bundan kastınız ne?

Bir kere Sinan’ın olağan bir Osmanlı mimarı olduğunu görmek zorundayız. Sinan, on altıncı yüzyıl Osmanlı dünyasındaki çalışma koşullarının, ortamının ürünüdür. Biz Sinan denince yanına yaklaşılamaz, bir daha onun gibi birisi ortaya çıkamaz diye düşünmek istiyoruz. Onun için Sinan’ın bu kurgusal kişiliğine muhayyel diyorum, Sinan’a değil. Dünyada sayısız iyi mimar var. Mimar Sinan tabii ki önemli bir mimar ama “Sinan’ın yanında Michelangelo hiçbir şeydir” derseniz gülünç olur. “Mimar Sinan neler yaptı, Leonardo da kim?” diye soramayız. “En yüce mimarı biz yetiştirdik” diyemezsiniz. Biz böyle konuşmak istiyoruz. Dışarıdakilerle yarıştırmak istiyoruz. Bu gibi yargılar bir historiyografik saptama değil, sadece hayal. Emsallerini aşan, yüce, tek bir otorite düşünmek istiyoruz biz. Sokaktan bir çocuk çevirseniz o bile Mimar Sinan anlatır size.

Onun döneminde yaşayan diğer mimarlar kabiliyet açısından ondan çok mu gerideler?

Hayır, tabii ki değiller. Üstelik onlar da Sinan’la çalışıyor. Tek başına mı yapıyor o yapıları? Kentin içinde daha kim bilir kaç tane mimar var. Her kentte şehir mimarları var.

Adlarını biliyor muyuz?

Olsa olsa Ahmet, Mehmet diye biliriz, o kadar. Haklarında ayrıntılı belge yok, veri yok. Mimar Sinan için var, çünkü o baş mimar. Hiyerarşide başka bir yerde duruyor, yönetici konumunda. Onun hakkında belge daha çok. Lale Devri mimarı Mehmet Tahir Ağa hakkında da belge var elimizde, ama onu sevmeyiz.

Neden?

Çünkü on altıncı yüzyılı sevmek istiyoruz. Mehmet Tahir Ağa on sekizinci yüzyıl mimarı. Derdimiz mimarlığı anlamak değil, on altıncı yüzyılı güzellemek. Böyle bir bakış açısıyla tarih yazılamaz; daha doğrusu yazılmamalıdır.

Türk müziği söz konusu olduğunda Itri’ye “yüzlerce yıllık gelişmeyi adı altında toplayan bir şemsiye kişilik” denir. Mimar Sinan için de bu söylenebilir mi?

Ben yıllar önce yazdığım bir metinde Sinan için “kümülatif kişilik” tanımı yapmıştım. Hem çağdaşlarının emeğinin toplamıdır hem de önceki yüzyılların ürün ve emeklerinin. Dört yüz küsur eseri Mimar Sinan’ın tek başına yapma imkanı var mı? Biri Kırım Kefe’de, biri Şam’da, pek çoğu İstanbul’da. Elimizde Sinan’ın Kefe’ye gittiğine dair hiçbir kayıt yok ama eser Sinan eseri diye biliniyor. Çünkü on altıncı yüzyılda Sai diye birisi, o çağda, hassa mimarlarının elinden çıkmış neredeyse tüm yapılar için “Sinan eseri” diye yazmış. Neredeyse bütün bilgimiz oradan kaynaklanıyor.


Uğur Tanyeli

Sinan daha on altıncı yüzyılda mı kahramanlaşıyor?

Hayır, Sinan’ın kahramanlaşması Cumhuriyet dönemi meselesidir. Ulus inşası süreçleri içinde kahramanlaştırıldı. Mimarlık öğrencisiyken Anadolu’yu dolaştığımda insanlara sorardım; “Mimar Sinan diye birini duydunuz mu?” çok az insandan “Evet, duydum.” diye cevap aldım. Erken 1970’lerden bahsediyorum. Şimdi aynı insanlar bana Mimar Sinan anlatabilir ve “Yanılıyorsun!” diyebilirler.

Biraz da kitap merakınızı ve kütüphanenizi konuşalım; Osmanlıca öğrenmeye niyetlendiğinizde Sahaflar Çarşısı’na gittiğinizi söylemiştiniz. Ne zamandır sahaf müşterisisiniz?

Lise yıllarından beri sahaflara giderim. O zamanlar yine mimarlık ve tarih kitabı alırdım. Eski yazı okuyamıyordum, dolayısıyla onları almazdım ama evde eski yazı kitaplar vardı.

Neler vardı?

Dedemden kalma kitaplardı onlar. Babam bile okuyamazdı. Dedemle anneannem eski yazıyla eğitim görmüşlerdi. Hüseyin Cahit Yalçın’ın hazırladığı bir sosyoloji serisi vardır, hâlâ bende duruyor onlar. Bazı tarih kitapları da vardı. Cevdet Tarihi hariç önemli tarih kitaplarının hiçbiri yoktu ama, onları ben aldım. Cabi tarihi, Naima yoktu. Pahalı kitaplardı bunlar, hiçbir zaman ucuz olduklarını görmedim.

Osmanlıca eser almaya ne zaman başladınız?

Öğrendikten sonra hemen başladım. Elifba ve kıraat kitabından sonra aldığım ilk kitap, Bulak baskısı bir Vâsıf Tarihi’ydi. Parasını anneannem vermişti. Çok kullandım o kitabı. O zamanlardan beri sahaflara gitmekten de kitap almaktan da vazgeçmedim. Tarih ve mimarlıkla ilgili on beş bin kadar kitabım var.

Efemerik malzemeye ilgi duydunuz mu?

Mimarlıkla ilgili belge topladım tabii. Hepsi mimarlıkla ilgili yüzlerce proje, öğrenci notu, öğrenci projeleri ve eski fotoğrafım var. Hâlâ topluyorum. Bir zamanlar hiç para etmiyordu bunlar. Çöpten alırdınız.

Neden kendi kütüphanenizi kurma ihtiyacı duydunuz?

Çok basit! Bu kitapları bir arada bir kitaplıkta bulma imkanım yoktu da ondan. Hâlâ bulamazsınız, o yüzden almak zorunda kalıyorum. Yabancı dilde kaynaklar için de aynı sorun var. Türkiye’de Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça ve diğer dillerde kaynakları bir arada bulacağınız bir kitaplık yok. Türkiye kitaplık bağlamında çok kısıtlı imkanları olan bir ülkedir. Eski kaynaklar açısından durum daha feci. Bir kütüphanede on altıncı yüzyıl kaynağı bulmak, hele Avrupa kitabı ararsanız mümkün değil. Dolayısıyla Türkiye’de on altıncı yüzyıl İtalyası çalışamazsınız. Allah’tan internet kaynakları ortaya çıktı da bu mesele kısıtlı ölçüde de olsa halloldu. Yakın zamana kadar böyle bir çalışma için İtalya’ya gitmeniz gerekirdi. Dolayısıyla Türkiye’de insanların kitap sahibi olması, kitap koleksiyoncusu olma çabalarından değil, başka türlü çalışma imkanı bulamamalarından kaynaklanır. Semavi Eyice’nin koca bir kitaplığı vardı, onun da sebebi aynıydı. Nasıl çalışsın adam? Kendisi biriktirmek zorunda kalmış.

Türkiye’de pek çok üniversitede görev yaptınız. Amerika tecrübeniz de var. Bir mimarlık tarihçisinin ihtiyaç duyacağı kaynaklar açısından bu iki ülke üniversitelerinin kıyaslanması mümkün mü?

Çok açık söyleyeyim, kıyaslanamaz. Bize ilişkin kaynaklar açısından bile daha zenginler. İyi bir üniversitenin kitaplığına gidin, eskiler dahil olmak üzere çalışacağınız alanda hemen her kaynağa ulaşırsınız. Ancak çok zor bulunanları başka bir üniversitede aramak zorunda kalırsınız. Columbia Üniversitesi’nde yoktur ama Princeton’da vardır mesela. Araları 55 kilometre, gider orada bakarsınız. Hatta bazılarını başka üniversitelerden getirtirsiniz. Türkiye’de durum acıklı. Zaten kitap satışları da bunu gösterir. Ben bu ülkede hiç varlıklı bir kitapçıya rastlamadım. Sahaflıkla zengin olan birini de görmedim. İnanın, başka ülkelerde var. Öte yandan Almanca, Fransızca kitaplar artık ithal bile edilmiyor. Türkiye bir kitap cenneti değil!

Türkiye’nin Barınma Tarihi’ni yazdığını söylediniz. Ve bu konuya dair bilgi, belge bulmanın zorluğuna işaret ettiniz. Ne zamandır çalışıyorsunuz bu konuyu?

Ben, çalıştığım her konuyu on yıllarca çalışırım. Başka kitaplar öne geçtiği için bazıları daha geç tamamlanır. Uzun zamandır çalışıyorum. Malzemeyi topladım, önemli bölümünü yazdım. Önümüzdeki yıl sonbaharda çıkabileceğini sanıyorum.


Söyleşi: Ayşe Adlı
Fotoğraflar: Bahtiyar İstekli
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.


“IRCICA Kütüphanesi Benim Aşkım!”

Ekmeleddin İhsanoğlu - “IRCICA Kütüphanesi Benim Aşkım!”

“Yozgatlı bir baba ile Rodoslu bir anneden Mısır’da dünyaya gelmiş birinin anlatacak neyi olabilir ki!” Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, “Anılarınızı yazıyor musunuz?” sorusuna verdiği bu cevap, hikâyesini önemsizleştirme amacı taşısa da hayatının yalnızca bu kısmına eğilmek bile çok kıymetli hatıralar dinleyeceğimizi vaat ediyor. 1924’te İstanbul’dan İskenderiye’ye doğru yol alan geminin bizim için iki aşina yolcusu var; biri Yozgatlı İhsan Efendi, diğeri ise İstiklal Marşı şairi Mehmed Âkif. Tevhid-i Tedrisat Kanunu sonrasında medreselerin kapatılması üzerine eğitimini tamamlamak için Kahire’ye doğru yola çıkan genç adam, ileride Türkiye’nin yakın tarihinde iz bırakacak olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi. Ekmeleddin Bey, Türkiye’ye ilk kez babasının vefatının ardından, yirmili yaşlarının ikinci yarısında adım atıyor. Yirmi beş yıl boyunca IRCICA Genel Direktörlüğü, on yıl İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği görevlerini yürütüyor.

Kasım 2025

“Bazı Matbu Kitaplar Yazma Kadar Nadirdir!”

Mustafa Duman Röportajı - “Bazı Matbu Kitaplar Yazma Kadar Nadirdir!”

Doktor Mustafa Duman bir tıp doktoru. Yayın camiasında halk edebiyatı, özellikle Nasreddin Hoca konusunda yaptığı çalışmalarla tanınsa da Tıp eğitimini İstanbul’da, Çapa’da tamamladıktan sonra Almanya’da iç hastalıkları ihtisası yapmış, ultrasonografik görüntüleme teknolojisini Türkiye’ye getirmiş ilk hekimlerden biri. Talih kendisine tıp alanında akademik kariyer yapma fırsatı vermeyince çocukluk tutkusu halk edebiyatına dönmüş ve başarılı işlere imza atmış. 26. kitabının raflarda yerini alması için gün sayan Mustafa Duman’la kitaplar arasında; kitap tutkusunu ve bitmez tükenmez öğrenme şevkini konuştuk. Keyifli okumalar dileriz.

Temmuz 2025

“Yeminliyim, Türkiye üniversitelerinde çalışmam!”

Gönül Tekin Röportajı - “Yeminliyim, Türkiye üniversitelerinde çalışmam!”

Gönül Tekin ve Günay Kut, ömürlerini Türk edebiyatı çalışmalarına adamış, sahalarında çok büyük bir boşluğu doldurmuş iki kız kardeş. Geçtiğimiz aylarda Günay Hoca’yla konuşmuş, hikayenin ona dair kısmını kendisinden dinlemiştik. Bu kez abla Gönül Tekin’in misafiri olduk. Ve maceranın müşterek kısmının üstünden bir kez de onunla geçtikten sonra Gönül Hoca’nın filmlere konu olacak hayat hikayesini dinleme şansına eriştik. Günay Hoca, çocukluklarına iz bırakan simaları anlatırken, söz masallarıyla büyüdükleri anneannelerine geldiğinde “Ablam iyi masalcıdır. Anneannemden kalma mirası var. Anlatacakları bitmez” demişti. Haklıydı nitekim. Hoca’nın anlatacaklarını dinlemeye saatler değil, belki günler gerekiyordu. Hem kişiliklerini hem yollarını tayin eden çocukluk ve ilk gençlik zamanları. Sırasıyla İstanbul, Erzurum, California, Ankara ve Boston yılları. Fahir İz, Ahmet Ateş, Ali Nihat Tarlan, Janos Eckmann, Andreas Titze(Tietze) ve elbette eşi Şinasi Tekin’e dair hatıralar ve daha nicesi.

Mayıs 2025

“Bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum.”

Erol Üyepazarcı Röportajı - “Bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyorum.”

Erol Üyepazarcı’yı tanıtmak için ne söylenebilir? Hızlı bir internet taramasında karşımıza ilk çıkan cevaplardan bazıları; “Araştırmacı, yazar, çevirmen, kitap dedektifi, muamma koleksiyoncusu, edebiyatımızın polisiye alanındaki en büyük otoritelerinden…” Hepsi doğru olsa da muhatabımızı anlatmak için yetersiz sıfatlar bunlar. Gerçek manada tanıyabilmek için Erol Bey’i diğer araştırmacılardan, yazarlardan, çevirmenlerden ayıran unsurlara dikkat kesilmek gerekiyor. Okumak, öğrenmek ve elbette bir obje olarak kitaplar çok erken yaşlarda bir ibtila gibi giriyor Üyepazarcı’nın hayatına. Müsamahasız bir kitap tutkunu olacağı ilkokul yaşlarında veriyor ilk işaretlerini. Yine erken yaşlarda geçirdiği talihsiz bir kaza, kendi tabiriyle büyük bir şansa dönüşüyor. Bu sayede, yatakta geçirmek zorunda kaldığı aylar boyunca eski harflerle okumayı öğreniyor. Önce tarih, sonra edebiyat ve derken polisiyenin zehri sızıyor kanına.

Mart 2025

“Taşı Toprağı Tarih Bir Ülkede Yaşıyoruz!”

Tunç Uluğ Röportajı - “Taşı Toprağı Tarih Bir Ülkede Yaşıyoruz!”

Tunç Uluğ, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren iş dünyasının merkezinde bulunmuş, Koç Holding başta olmak üzere önemli şirketlerde üst düzey görevler yapmış başarılı bir iş adamı. Yüksek öğrenimine Robert Kolej’in ardından Amerika’da devam eden Uluğ, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren çeşitli kademelerde şirket yönetmiş önemli bir isim. Tecrübesi ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sanayi kuruluşlarının geride kalan yüz yılda kat ettiği mesafeye dair gözlemleri yakın tarih açısından büyük önem arz ediyor. İlgililerine bu küçük hatırlatmayı yaptıktan sonra Tunç Bey’in erken çocukluk yıllarından zuhur eden ve yıllar içinde giderek artan kitap, daha doğru bir ifadeyle “bilme” merakına gelelim. Zira bir araya getirdiği kendi değerlendirmesiyle ‘mütevazı’ kitap koleksiyonundan öncelikli beklentisi ihtiyaç duyduğu bilgiye ulaşmak. Bu nedenle önceliği okuyabildiği dillerde kitap toplamak olmuş.

Ocak 2025

“Türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!”

Cengiz Kahraman Röportajı - “Türkiye’de en ucuz emek, entelektüel emek!”

Cengiz Kahraman; fotoğraf editörü, araştırmacısı ve koleksiyoneri. Kariyeri de bu sıralamayla ilerlemiş. Üniversiteden mezun olduktan sonra tesadüfler sonucunda İstanbul Ansiklopedisi’nde yardımcı fotoğraf editörü olarak işe başlamış. Meslek hayatının geri kalanını belirleyen bu karar, kişisel ilgisinin yönünü de büyük ölçüde tayin etmiş diyebiliriz. O vakte kadar fotoğraf çekmekten zevk alan bir gençken zamanla başkalarının çektiği fotoğrafların hikayelerini kovalar olmuş. Eski İstanbul fotoğrafları, o fotoğrafların anlattığı hikayeler, vizörün ardındaki isimler… Cengiz Bey, eski İstanbul fotoğrafları ve erken dönem foto muhabirleri denilince akla gelen ilk isimlerden biri. Kendisini bulmuşken fotoğraf koleksiyonculuğunun incelikleri, zorlukları ve dijital teknolojinin fotoğraf koleksiyonculuğuna etkilerini de içeren keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Aralık 2024

“Biz Çalıkuşu Nesliyiz!”

Günay Kut Röportajı - “Biz Çalıkuşu Nesliyiz!”

Eski Türk Edebiyatı’na ilgi duyan, edebiyat eğitimi almış ya da yolu yazma kitaplarla, kütüphanelerle kesişmiş hemen herkesin aşina olduğu bir isim Prof. Dr. Günay Kut. Üniversite hocalığı vesilesiyle doğrudan hocalık ettikleri dışında, sahaya getirdiği sistematik sayesinde dolaylı yollarla onun rahle-i tedrisinden geçmiş çok insan var. Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda kütüphanede yazma eserler üzerinde çalışan, eserlerin tespiti, tahlili ve kataloglanması konusuna yıllarca emek veren Günay Kut Hoca, 1950’lerin İstanbul’unda, devr-i kadîm hocalarından ders ve ilham alarak yetişmiş. Aldığı terbiyeyi derslerine aktardığı; ciddiyet, disiplin ve çalışma azmi konusunda günümüz meslektaşlarından ayrı bir yerde durduğu kendisini tanıyanların malumu. Öğrenciliğinde de zeki, gayretli ve çalışkan olduğu muhakkak. Ancak Günay Kut’u Günay Kut yapan çok büyük bir şansı daha olmuş.

Ekim 2024

“Kitap yok olduğunda insan da yok olacak!”

Murat Menteş Röportajı - “Kitap yok olduğunda insan da yok olacak!”

Murat Menteş, genç neslin önemli roman yazarlarından. İmza attığı eserler, yer yer muzip de denilebilecek üslubuyla okurlara sıra dışı bir okuma zevki vadediyor. 2000’lerin ortalarında yayınlanan ilk romanı Dublörün Dilemması’yla inşa etmeye başladığı ve kendisinin kontrollü kaos olarak nitelediği üslup yazarın sonraki romanlarında da devam ediyor. Yer yer polisiyeye de kayan sürükleyici, macerası kurgu, genç okurların daha çok ilgisini çekiyor gibi görünüyor. Murat Menteş’le kendi serüvenini, romana bakışını ve geleceğin dünyasında romanın yerini konuştuk. Buyurun sohbete…

Eylül 2024

“Anadolu Kitabı Koruyamamıştır.”

Necdet Sakaoğlu Röportajı - “Anadolu Kitabı Koruyamamıştır.”

Necdet Sakaoğlu, ilmi çalışmaların sadece akademi çatısı altında yapılabileceği kanaatinin iyice yerleştiği günümüzde, bu algıyı sarsan önemli bir isim. Sivas Öğretmen Lisesi ve Çapa Eğitim Enstitüsü’nde eğitim alan Hoca, öğretmen vasfıyla başladığı meslek hayatını orta öğretim müfettişi olarak tamamlıyor. Hayal kurma lüksü olmayan bir neslin temsilcisi o. Düşünerek, planlanarak inşa edilmiş bir kariyeri yok yani. Tarihçilik yolu, sevk-i ilâhi’yle açılmış önüne. Yirmili yaşlarının ikinci yarısında kaleme aldığı ilk kitabından sonra durmadan üretmiş. Yerel tarih, şehir tarihi, Selçuklu ve Osmanlı tarihi, eğitim tarihi gibi konularda kaleme aldığı, literatürde önemli boşlukları dolduran eserlerin her biri kıymetli elbette. Ancak sözlü tarihin Türkiye’de pek de makbul görülmediği, bilakis bu tür kaynakları kullanmaya tevessül edenlerin itibarsızlaştırıldığı yıllarda, sözlü tarih kaynaklarından istifade etmiş olması, tarih disiplinine yaklaşımını ve eserlerini daha bir kıymetli kılıyor.

Haziran 2024

“Bazı konular kenardan baktığınız zaman daha kolay anlaşılabilir.”

Süreyya Faruki Röportajı - “Bazı konular kenardan baktığınız zaman daha kolay anlaşılabilir.”

Süreyya Faruki Hoca; iktisat tarihi, Osmanlı gündelik hayatı, Osmanlı köy toplumu ve kadın tarihi gibi konularda ufuk açıcı çalışmalara imza atan önemli bir tarihçi. Osmanlı çalışmaya Hamburg Üniversitesi’nde tarih öğrencisiyken geldiği İstanbul’da başlıyor. Tarihçi olmaya lisede karar verse de alan olarak Osmanlı’yı seçmesi biraz talihin sevkiyle oluyor. “İnsan, hayatında bir sürü seçenekle karşılaşır. Bazen doğru karar alır, bazen de yanlış tercihler yapar. Sonra keşke yapsaymışım der.” diye özetliyor Hoca. O, şanslı olanlardan. Atmış yılı geride bırakmışken yaptığı seçimlerden ve sonuçlarından duyduğu memnuniyeti gizlemiyor. Hindistanlı bir babayla Alman bir annenin çocuğu olan Süreyya Faruki’nin çocukluğu Almanya, Hindistan ve Endonezya’da; gençliği Almanya’dan sonra kısmen Türkiye ve Amerika’da geçmiş. Bu geniş yelpazenin ve edindiği tecrübenin etkisiyle olsa gerek, hayata ve kimliklere karşı temkinli durmayı tercih ediyor.

Ekim 2023

“Bağışlarla kütüphane kurulmaz.”

Selahattin Öztürk Röportajı - “Bağışlarla kütüphane kurulmaz.”

Bugüne kadar kütüphanelere genellikle kullanıcılar açısından baktık. İhtiyaçları, gelişmeleri, talepleri hep kullanıcının gözüyle gördük. Bu ay bir değişiklik yapıp Türkiye kütüphanelerinin yakın tarihini, İstanbul’da otuz sekiz yıl kütüphanecilik yapan Selahattin Öztürk’le konuşmak istedik. Selahattin Bey, 1980’lerin ortalarında İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) başladığı meslek hayatını geçtiğimiz günlerde noktaladı. Altı yıldır görev yaptığı Zeytinburnu Belediyesi’nde yedi yeni kütüphane kuran Öztürk, idealist bir meslek personeli olarak olanı ve olması gerekeni net bir şekilde ortaya koyuyor. Selahattin Öztürk aynı zamanda kayda değer bir süreli yayınlar koleksiyonunun da sahibi. Eylül ayı itibarıyla memleketi Yozgat’ta, kendi tabiriyle içi kitap, dışı çiçek dolu bir hayata başlayan Öztürk’le gerçekleştirdiğimiz sohbetin ilginizi çekeceğini ümit ediyoruz.

Eylül 2023

“Türkiye’yi Yargılamak Değil Anlamak Gerekiyor.”

Olivier Bouquet Röportajı - “Türkiye’yi Yargılamak Değil Anlamak Gerekiyor.”

Osmanlı tarihi ve Türkoloji çalışmaları, On Dokuzuncu Yüzyıl boyunca Avrupa’da çok ilgi gören iki alan. O dönemde Avrupalı araştırmacıların verdiği eserler sahada hâlâ kullanılıyor. Ancak Avrupa üniversitelerini yakından takip eden herkesin hemfikir olduğu bir husus var; bu alanlar Avrupa’da artık eskisi kadar rağbet görmüyor. Bu vakıanın istisnaları var elbette. Universite Paris Cite, Paris Şehir Üniversitesi Osmanlı tarihi profesörü Olivier Bouquet bu istisnalardan biri. Fransa’nın son Osmanlı büyükelçisi Louis Maurice Bompard torunlarından olan Bouquet, 1994’de henüz üniversite öğrencisiyken geliyor ilk kez Türkiye’ye. Büyük dedesinin görevi ve onun eşi Gabrielle Bompard’ın anıları vesilesiyle zaten haberdar olduğu Osmanlı ve Türkiye bu ziyaretten sonra bir daha hiç çıkmıyor gündeminden. Türkiye’de on yıla yakın yaşadıktan sonra Fransa’ya dönen Prof. Olivier Bouquet ile son İstanbul ziyaretinde Fransa ve Türkiye’deki Osmanlı tarihi çalışmalarını konuştuk.

Temmuz 2023

“Batı, Reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş.”

Güler Doğan Averbek Röportajı - “Batı, Reşer olmadan yazma konusunda fakir olurmuş.”

Beyazıt Çınaraltı’nda, küçük bir alan üzerine kurulan Sahaflar Çarşısı, 1900’lerin başlarından 90’lara kadar Türkiye entelektüel tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. Okuyan, yazan, geçmişin, günün ve geleceğin meselelerine kafa yoran hoca, öğrenci, politikacı, iş adamı… mutlaka yolunu Sahaflar Çarşısı’na düşürüyor. O günlerde yaşananlar, görülenler, o küçücük bahçenin şahitlik ettiği olaylar hâlâ kulaktan kulağa anlatılmaya devam ediyor. Çarşı’nın enteresan simalarından biri de Osman Reşer. Günümüzde bile adı şüpheyle anılan Reşer, Yahudi asıllı bir Alman olarak dünyaya geliyor. 1900’lerin başlarında Müslüman, 30’larda Türk vatandaşı olsa da pek kimseyi ikna edemiyor ‘değiştiğine!’ İyi bir kitap müşterisi olduğu bilinen, Çarşı’dan çok nitelikli yazmalar aldığı anlatılan Osman ya da ilk adıyla Oskar Reşer, birkaç yıl öncesine kadar muamma bir şahsiyetti.

Haziran 2023

“Tarih bilmezseniz siyaset üretemezsiniz!”

Ahmet Kuyaş Röportajı - “Tarih bilmezseniz siyaset üretemezsiniz!”

Başlığa aldığımız cümle, bir devrim tarihi hocasına ait. Fransa, Kanada ve Amerika’da geçirdiği yirmi üç yılın ardından Türkiye’ye dönerek kariyerine Galatasaray Üniversitesi’nde devam eden Ahmet Kuyaş, çalışmalarını İkinci Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet tarihi alanında yoğunlaştırmış. Osmanlı son döneminin sosyal ve politik meselelerini bilmeden bugünü anlamanın mümkün olmadığını söyleyen ilk isim Kuyaş değil şüphesiz. Ancak Ahmet Bey bunun neden böyle olduğunu çarpıcı örneklerle bir kez daha ortaya koyuyor. Ahmet Kuyaş, akademisyenliğinin yanında nitelikli bir koleksiyoner aynı zamanda. Babasının ve amcasının izinden giderek erken gençlik yıllarında başladığı pul koleksiyonlarını sürdürüyor. Ayrıca dönemin ruhuna uygun olarak kitap ayracı ve kurşun kalem topluyor. Filateli dünyasına aşina olanların tahmin edebileceği gibi Ahmet Bey, Farabi Pul Evi’nin sahibi, filatelist Salih Kuyaş’ın oğlu. Dünya çapında önemli ödüllere sahip Tevfik Kuyaş’ın da yeğeni. Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’la kendi ç

Mayıs 2023

“Genç ve Öğrenci Olmam Avantaj Sağladı.”

Mert Tezcanlıol Röportajı - “Genç ve Öğrenci Olmam Avantaj Sağladı.”

Son yıllarda sahafiye koleksiyon söz konusu olduğunda yaygın bir kabul var; malzeme az, fiyat yüksek! Sahaya yeni girecek kişilerin pek şansı yok… Özellikle gençleri daha yolun başında yıldıran bu iddia tamamen yersiz değil elbette. Ama ne toplayacağınızı ve elde ettiğiniz malzemeyi nasıl yorumlayacağınızı bilirseniz bu açmazdan kurtulmanız da mümkün. Henüz 28 yaşında olmasına rağmen şahsi arşivinden malzemeler ve titiz bir arşiv taramasına dayanan ilk kitabı yayın aşamasında olan Mert Tezcanlıol bu iddianın ispatı. Mert Tezcanlıol, işletme eğitimi almış ve yazılım sektöründe çalışıyor. Ancak yakın tarih ilgisi çok daha eski. 12 yaşından beri sahaf müşterisi. Lise yıllarında konusunu belirlemiş ve topladığı malzemeyi saha çalışmalarıyla desteklemeye başlamış bir araştırmacı. Üniversite yıllarından itibarense mütevazı fakat ne istediğinden emin bir koleksiyoner. Biz bu noktada aradan çekilip sizi Tezcanlıol ve koleksiyonuyla başbaşa bırakalım…

Nisan 2023

“Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.”

İsmail Kara Röportajı - “Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.”

İsmail Kara, titiz bir araştırmacı, velûd bir kalem erbabı, profesörlüğe kadar yükselseler dahi talebelerine rehberlik etmeye devam eden bir hoca ve elli yıldan uzun süredir İstanbul sahaflarının müdavimlerinden. Düşük bir ihtimalle adını duymamış dahî olsanız, bu kadar açıklama ne söylediğini merak etmenize kâfi olsa gerek. İhtisas alanı İslam düşüncesi olmakla birlikte, Prof. Dr. İsmail Kara’nın kültür alanında da bizzat kaleme aldığı ya da destek verdiği çok sayıda çalışma bulunuyor. İstanbul’a, 1969 yılında on dört yaşında bir öğrenci olarak geliyor Kara. O tarihlerden itibaren şehirdeki kültür muhitine dahil oluyor. Çok insan tanıyor, çok hatıra biriktiriyor elbette. Sözü daha fazla uzatmadan sizi Prof. Dr. İsmail Kara’yla baş başa bırakalım…

Mart 2023

“Sahaflar Çarşısı’nı yeniden diriltmek istiyoruz.”

Üsküdar Sahaflar Çarşısı Röportajı - “Sahaflar Çarşısı’nı yeniden diriltmek istiyoruz.”

2022 yılı geride kaldı. Bir senelik muhasebe yapılacak olsa, kitap ve eski eser meraklıları bile, peş peşe epey madde sıralayabilir. Diğer gündemlerin birebir sohbetlerde ele alındığını varsayarak biz, senenin son ve güzel gelişmesini ele almayı seçtik. Yolu İstanbul’a düşenler de orada yaşayanlar kadar bilir ki sahaf müşterileri bir malzemenin peşine düştüğünde bakacağı adresler bellidir. İnternet alışverişi, elbette ilk sırada yer alır. Kitaba dokunmak, alışverişi sohbete bahane etmek isteyenler içinse Sahaflar Çarşısı hâlâ listedeki yerini korurken, Beyoğlu ve Kadıköy’deki çarşılar ve o civarı mekan tutan esnaf da vazgeçilmezdir. Geçtiğimiz Aralık ayına kadar, bir iki esnaf dışında, Üsküdar yoktu o listede. Ancak Üsküdar Belediyesi’nin girişimleriyle şehir, yeni ve mütevazı bir Sahaflar Çarşısı’na daha kavuştu. Üsküdar’da faaliyet gösteren esnafın bir kısmını bir araya getiren bu Çarşı, konum ve mekan olarak da dikkate değer bir noktada yer alıyor.

Ocak 2023

“İstanbul’u eski haliyle hatırlamak istiyorum.”

Sarkis Karamanik Röportajı - “İstanbul’u eski haliyle hatırlamak istiyorum.”

Sarkis Karamanik çocukluğunu ve ilk gençliğini İstanbul’da geçirmiş. 1960’ların İstanbulu bugünküne pek benzemiyor elbette. O tarihlerde Şişli sokaklarında Fransızca’yı, İngilizce’yi, Ermenice’yi, Rumca’yı ve Türkçe’yi bir arada duymak mümkün. Şehir, çok kültürlü kimliğini henüz tam anlamıyla yitirmemiş. Çocuklar, ömürleri boyunca özlemle hatırlayacakları bir zenginlik içinde büyüyor. Ailesine destek olmak için önce nalbur çıraklığı sonra balıkçılık yapıyor Sarkis Karamanik. Son Ermeni reislerle denize açılıyor. Haliç, Boğaz ve Marmara sevgisi daha o yıllarda yerleşiyor içine ve yıllar sonra Fransa’ya taşınınca geçmişiyle arasındaki bağ yine deniz sayesinde diri kalıyor. Kartpostal koleksiyoneri sıfatıyla tanıdığımız Sarkis Karamanik, koleksiyon yapmaya Paris’e taşındıktan sonra başlıyor. Fransız sahaflardan, eskicilerden topladığı Türkiye ve özellikle İstanbul kartpostallarının sayısı on bine yaklaşmış durumda. Toplamakla yetinmiyor.

Aralık 2022

“Bizim kuşaklarda okuma fetişizmi vardı.”

Görgün Taner Röportajı - “Bizim kuşaklarda okuma fetişizmi vardı.”

Çoğu zaman, eksik bir yaklaşımla, sadece hastalıklarda genetik köken aramak eğilimindeyiz. Oysa alışkanlıklarımızdan karakterimizi teşkil eden farklılıklarımıza pek çok özelliğimizi bizden önceki nesillerden devralıyoruz. Damak tadımız söz gelimi. El becerilerimiz, zevklerimiz ve meraklarımız hatta. Zincirin halkalarının bir yerlerde geçmişte bağlanacağı inancıyla görüşmelerimize genellikle aile hikayesiyle başlamayı tercih ediyoruz. Ve nadiren eli boş dönüyoruz maziden. Görgün Taner’de de öyle oldu. Anne iyi bir okur, baba koleksiyoner. Bu özellikler hiçbir yönlendirme ve teşvik olmadan geçmiş çocuklarına. Hem de anne babanınkinden daha bariz bir biçimde... İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) Genel Müdürü Görgün Taner, kendi kütüphanesini ortaokul yıllarında kurmaya başlamış. Koleksiyonerliği de yine aynı yıllara uzanıyor. Topladığı ilk başlık long play. O tarihlerde koleksiyon kastı yok elbette. Dinlemek için alıyor.

Kasım 2022

“Patrikhanemizin kütüphanesi dünyada ilk sıradadır.”

Püzant Akbaş Röportajı - “Patrikhanemizin kütüphanesi dünyada ilk sıradadır.”

Püzant Akbaş, sahaf camiasının kıdemli ve kıymetli isimlerinden. Türkiye’nin yanı sıra Beyrut’ta, Lefkoşa’da ve Erivan’da iyi okullarda eğitim görmüş. Bildiği sekiz dilin altısında okuyor, yazıyor ve konuşabiliyor. Liseden sonra Ermeni Dili ve Tarihi alanında öğrenim görmüş. Yola öğretmen olma niyetiyle çıksa da günün birinde kendini kitapçı ve sahaf olarak bulmuş. Sahaf Turkuaz’ın iki ortağından biri olan Püzant Akbaş’ı sahada görmek pek mümkün değil. Kurumu temsil görevi, gayrı resmi olarak, diğer ortak Nedret İşli tarafından yürütülürken o odasında, kitaplar arasında vakit geçirmeyi tercih ediyor genellikle. 1980’lerin ilk yarısından beri fiilen içinde bulunduğu İstanbul kitap piyasasındaki Ermenice ve Ermeni harfli Türkçe kitap literatürü hakkında Püzant Bey dışında konuşabilecek ikinci bir isim yok. Bu nedenle mutat suskunluğunu bizim için bozan Püzant Akbaş’la yaptığımız görüşmenin anlamı büyük.

Ekim 2022

“Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok.”

Nezih Başgelen Röportajı - “Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok.”

Nezih Başgelen sıra dışı bir şahsiyet. Arkeolog, araştırmacı, yazar, yayıncı. Daha 1960’lı yıllarda, çocuk yaşlarda sahiplendiği “kültür insanı” kimliği, neredeyse elli yıldır durup dinlenmeden çalışmasını gerektirmiş. On beş yaşında dergi yazarı, lise yıllarında gönüllü müze çalışanı olmuş. Cep harçlıklarıyla aldığı fotoğraf makinasıyla İstanbul’u ve pek çok Anadolu şehrini sokak sokak fotoğraflamış. Çocukluk hayali olan arkeoloji eğitimine başladıktan sonra da tek kişilik bir seferberlik ilan etmiş adeta. Yirmi yaşında Türkiye’nin ilk popüler arkeoloji dergisini çıkarmış. Kazılara gitmiş, sayısı binlerle ifade edilebilecek rapor ve kitap yayınlamış bugüne dek. Arkeoloji Sanat Dergisi ve Arkeoloji Sanat Yayınları kurucusu, yayıncı, araştırmacı ve kültür insanı Nezih Başgelen’in hayatı, bir insanın tek başına ne kadar büyük bir fark yaratabileceğinin somut örneği…

Eylül 2022

“Kütüphane bir nevi otobiyografidir!”

Beşir Ayvazoğlu Röportajı - “Kütüphane bir nevi otobiyografidir!”

Yolun başlangıcı, genellikle sonuna dair ekonomik, sosyal, kültürel ipuçları içerir. Önünüzde bir patika varsa siz adımladıkça genişler, düzleşir ama geri dönüp baktığınızda çıkış noktasının ışıklarını seçersiniz. Yolculuğun devamında her zaman büyük sürprizler beklemez kişiyi. Beşir Ayvazoğlu o istisnayı yaşayanlardan. Bir Anadolu kasabası olan Zara’da, maddi imkansızlıklar içinde, dik bir yokuşta başlamış yürümeye. Sonra genişlemiş, birbirinden güzel manzaralara açılmış yolu. Bunun için çok çabalamış elbette. Önce Sivas’ta, sonra Bursa’da, derken İstanbul’da tüm titizliği ve gayretkeşliğiyle kullanmış kalemini. İlkokul yıllarında başladığı şiirle yolları, ilk gençlik döneminden sonra ayrılmış. Belki de iyi ki demeliyiz, zira bu sayede birbirinden kıymetli kitaplar okuyoruz Beşir Bey’in kaleminden. ‘Cahil cesaretiyle yazdım!’ dediği Aşk Estetiği’nin üzerinden kırk yıl geçmiş.

Ağustos 2022

“Kitap Merakı Bakımından Biraz Muallim Cevdet’e Benzerim.”

Dursun Gürlek Röportajı - “Kitap Merakı Bakımından Biraz Muallim Cevdet’e Benzerim.”

Bu ay, kültür tarihçisi, yazar ve Osmanlıca hocası Dursun Gürlek’in misafiriyiz. Gürlek, Tokat Turhal doğumlu. Okula gitmeden okumayı öğrenmiş ve o günden bugüne okuma sevdası giderek artmış bir kitap sevdalısı. Daha çocuk yaşlarda köyün yaşlılarına anlamadığı kitaplar okumuş. Ailesinden gizli kayıt yaptırıp büyük bir özveriyle devam ettiği İmam Hatip yılları boyunca Ankara’da, İstanbul’da yayınlanan dergileri, gazeteleri takip etmiş. Uzaktan uzağa, o mecralarda yazan, muhafazakar camianın önde gelen isimlerinin öğrencisi olmuş. Üniversitesi için İstanbul’a gelen Gürlek, Cemil Meriç’ten Necip Fazıl’a, ulaşabildiği dönem entelektüellerinin kapısını çalmış, iltifatlarına nail olmuş. Biz burada duralım ve gerisini kendisinden dinleyelim…

Temmuz 2022

“Su Müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz!”

Ercan Topçu Röportajı - “Su Müzesi alanında dünyanın en zengin koleksiyonuyuz!”

Türkiye, özel müzelerle Koç ve Sabancı ailelerinin kurduğu başarılı örnekler aracılığıyla tanıştı. Onları takip eden ve yakın geçmişte kurulan özel müzeler, ülke kültürüne önemli bir katkı sunuyor. Türkiye’nin en genç özel müzesi olma özelliği de taşıyan İstanbul Su Müzesi, geçtiğimiz Mart ayında ziyarete açıldı. Adell Armatür bünyesinde oluşturulan koleksiyon, alanında dünyanın en zengin koleksiyonları arasında yer alıyor. Doktor Ercan Topçu’nun 1980’li yıllarda, öğrenciyken başlattığı koleksiyon, ileriki yıllarda kazandığı ivme sayesinde önemli bir açığın kapatılmasına hizmet ediyor. Sektöre musluk üreterek giren Adell Armatür, bugün yurtiçine ve yurt dışına ürün pazarlayan önemli bir sanayi kuruluşu. Kendi sahasında müze kurarak diğer sektörlerde faaliyet gösteren sanayi kuruluşlarına da örnek olan Adell Armatür’ün koleksiyonunda, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerine ait binlerce eser yer alıyor.

Haziran 2022

“Taş plakta, koleksiyonu tamamlama ihtimaliniz yok!”

Cemal Ünlü Röportajı - “Taş plakta, koleksiyonu tamamlama ihtimaliniz yok!”

Asıl işi tiyatro olsa da Cemal Ünlü denildiğinde akla ilk gelen konu, Türk müzik tarihi ve taş plaklar. Kimsenin ilgilenmediği, merak etmediği, plakların pek kıymet görmediği yıllarda kişisel bir merakla işe başlayan Cemal Ünlü, zaman içinde alanın yegâne otoritesi haline geliyor. Osmanlı coğrafyasında icra edilen müzik türleri ve ‘piyasanın’ geçirdiği dönüşüm, tarihle paralel okunduğunda toplum dinamikleri açısından da önemli veriler sağlıyor. Cemal Bey’in çalışmaları sayesinde, İmparatorluğun hızla toprak, güç ve itibar kaybettiği 19’uncu yüzyılda kültür muhitinin hâlâ çok güçlü olduğunu görüyoruz söz gelimi. Adı istibdatla özdeşleşen İkinci Abdülhamid, teknoloji söz konusu olduğunda bütün imkanlarını seferber edebiliyor. Sarah Bernhardt, Lizst konser vermek için İstanbul’a geliyor. İşgal İstanbul’unda erkekler askere alınmışken konservatuar kız öğrencilerle faaliyetlerine devam ediyor. Dünyanın en büyük plak üreticileri stüdyolar, fabrikalar kuruyor şehirde.

Mayıs 2022

“Herkesin ‘hocam’ diyeceği biri olmak istedim!”

Selahattin Özpalabıyıklar Röportajı - “Herkesin ‘hocam’ diyeceği biri olmak istedim!”

Osmanlı dönemi aydın biyografilerinde sıkça geçen bir ifadedir otodidakt. Düzenli bir eğitim almamış, kendi kendini yetiştirmiş kişiler için kullanılır. Modern eğitim yaygınlaştıkça otodidakt kişi sayısı hızla düşüyor. Uzun zamandır insanları tanımaya okudukları okullardan, ders aldıkları hocalardan başlıyoruz. Çok nadir de olsa istisnalar olabileceğini hesaba katmak gerekiyor elbette. Selahattin Özpalabıyıklar bu sıra dışı isimler arasında ilk akla gelmesi gereken portre. Sehalattin Bey, bugünün dünyasında imkansız gibi görünen bir yol izleyerek ezberimizi bozuyor. Ortaokulla noktalanan düzenli eğitimi sonrasında takip ettiği kendi kendini yetiştirme sistemi, onu Türkiye’nin en önemli yayınevlerinde editörlüğe, İngiliz dilinin en önemli isimlerini tercüme edecek seviyede dil hakimiyetine taşıyor. Çevirmen, editör ve yazar Selahattin Özpalabıyıklar’ın serüveni pek çoğumuza ilham olacak nitelikte. Buyrun kendisine kulak verelim…

Nisan 2022

“Anlamsız dünyaya anlam katmaya çalışıyoruz.”

Gökhan Akçura Röportajı - “Anlamsız dünyaya anlam katmaya çalışıyoruz.”

Yazar, dramatrug, araştırmacı, koleksiyoner, senarist, reklamcı, radyo programcısı, sahafsever, efemerist Gökhan Akçura ile gözlerden uzak görkemli kütüphanesinde kitaplar, efemera dosyaları ve plaklar arasında güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Kendi tabiri ile "ıvız zıvır" tarihi konusunda önde gelen isim Akçura’nın yayınlanmış birçok çalışması bulunuyor. Akçura’yı sosyal tarih araştırmalarında benzer konuda çalışan diğer araştırmacılardan ayıran en büyük fark, bu sahada ülkemizde profesyonel olarak çalışan ilk isim olması. Dolayısıyla erken yaşlardan itibaren sahaf camiası ile yakın bir tanışıklığı var. Birçok konuda hâlâ toplamaya ve üretmeye devam ediyor.

Mart 2022

“Yaşama olanaklarının daraltıldığı toplumda insan da önemsizleşir.”

Ekrem Işın Röportajı - “Yaşama olanaklarının daraltıldığı toplumda insan da önemsizleşir.”

Tanıyanları için hiçbir ek açıklama yapmaksızın Ekrem Işın adını anmak yeterli. Ele aldığı her sahada inebildiği kadar derinlere inen; daha önce fark edilmemiş, bakılmamış, görülmemiş şeyleri titizlikle bulup çıkaran ve karşımızdaki bulanık fotoğrafı her çalışmasıyla biraz daha netleştiren bir isim Ekrem Işın. Edebiyatçı, gündelik hayat ve tasavvuf tarihi araştırmacısı, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü kurucu yöneticisi… Peş peşe sıraladığımız bu sıfatlar çalışmalarını anlamakta ve kendisini tanımakta pek yardımcı olmuyor bize. Birbiriyle çok yakın görünmeyen bütün çalışma alanları tek bir amaca hizmet ediyor; insanı tanımak ve anlamak. Ömrünün elli yılını bu çabayla geçirdikten sonra sadece bulduğu cevaplar değil, sorduğu sorular da bambaşka anlamlar kazanıyor. Şu sıralar en zor olanla, kendinin üstesinden gelmekle uğraştığını söylüyor Ekrem Bey. Yani bu söyleşi, toplumsal meseleler kadar ‘insanın anlam arayışı’na da ışık tutuyor. İyi okumalar dileriz…

Şubat 2022

“Etrafımda resim, heykel, kitap olmadan yaşayamıyorum.”

Yahşi Baraz Röportajı - “Etrafımda resim, heykel, kitap olmadan yaşayamıyorum.”

Türkiye’de isimleri bir çırpıda sayılabilecek kadar müze, belki bir o kadar sanat galerisi ve müşterinin/insanın dahil olduğu, eser alıp sattığı bir resim piyasası var. Bu bilgilere; dünya çapında sanatçı ve koleksiyonerimizin olmadığını da Yahşi Baraz ekliyor. Yokluğun bir sebebi, telaffuz edilen rakamların ortalama bütçeler için astronomik oluşu elbette. Fakat maddi imkânsızlık tek başına, mevcut manzarayı izah etmeye yetmiyor. 1800’lerin ikinci yarısından beri eser verilen, yaşanan önemli aksiliklere rağmen kültürel sermaye biriktiren bir toplumda var olan böylesine bir kuraklık, daha detaylı analiz edilmeyi hak ediyor. Akla gelen soruların ilk muhataplarından biri Yahşi Baraz elbette. Osmanlı bakiyesi bir aileye doğmuş, dedelerinden ve babasından ciddi bir entelektüel miras devralmış Baraz. Kitaplar, antikalar; eski halı, yazı, bakır koleksiyonları içinde büyümüş. 1960’ların ikinci yarısında biraz da tesadüflerin etkisiyle sanat dünyasıyla tanışmış.

Ocak 2022

“12 Eylül travmasını atlatmak için kitap topladım belki de!”

Ahmet Salcan Röportajı - “12 Eylül travmasını atlatmak için kitap topladım belki de!”

İş Bankası Kültür Yayınları; hem kurumsal kimliği hem de yayıncılık çizgisi itibarıyla Türkiye’nin önemli yayınevleri arasında. Bu başarıda büyük pay, on altı yıldır Genel Yayın Yönetmeni koltuğunda oturan Ahmet Salcan’a ait. Bankacılık kariyerini yarıda bırakarak yayıncılık işine giren Salcan, bir ihtisas kitapçısı olan Homer’in de kurucusu. Yayıncılık konusundaki yetkinliğinin yanında, en az o kadar önemli bir vasfı daha var Ahmet Salcan’ın. O sahalara meraklı insanların bir kısmının bile bilmediği çok önemli koleksiyonlara sahip. Sayıca en büyük başlık, sosyal bilimler alanında yayınlanmış kitapların yüzde doksanına yakınını barındıran Türkiye’ye dair İngilizce kitaplar. Kısa sürede bir araya getirdiği dünyada yayınlanan ilk resimli gazete olan The Illustrated London News koleksiyonu, Türkiye’de bilinen en geniş koleksiyon.

Aralık 2021

“Kütüphanemde Kontrollü Bir Delilik Var!”

Pelin Batu Röportajı - “Kütüphanemde Kontrollü Bir Delilik Var!”

Yaşadıkları mekanlar, insanlar hakkında kelimelerden daha çok şey anlatır. Bir insanı tanımaya evinden başladığınızda, portreyi doğru fonda inşa etme şansı elde edersiniz. Boşlukları doldurmak için de kelimeler imdadınıza yetişir… Gelin, söyleşiye geçmeden önce bir salon hayal edelim. Antika mobilyalar; masaların, sehpaların üzerinde dünyanın dört bir tarafından toplanmış objeler, duvarlarda Picasso, Bedri Rahmi, Nuri İyem, Erol Akyavaş ve daha onlarca ünlü yerli yabancı ressamın tabloları ve kitaplar, kitaplar, kitaplar… Pelin Batu, annesinin ve babasının kurduğu hayatı, bu fonda, onların bıraktığı yerden sürdürüyor. Ve gariptir; kurgulayanlar artık aramızda olmasa da hikaye hiç kesintiye uğramamış gibi hissediyoruz. Kendi ifadesiyle annesinin ve babasının hayatına devam ediyor Pelin Hanım. Masadaki küllük bile annesi Nevra Batu’nun bıraktığı gibi duruyor. Devraldığı miras önemli ve ilgi çekici elbette. Fakat bu kadarla sınırlı değil.

Kasım 2021

“Okuma zevki olan herkesin elinden çizgi roman geçerdi.”

Murat Sevgikuranlar Röportajı - “Okuma zevki olan herkesin elinden çizgi roman geçerdi.”

“Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor” diyor ya Edip Cansever, hayat da onu doğrulamak için çabalıyor adeta. Kimi zaman şans, kiminde talihsizlik suretine bürünüp gölge gibi takip ediyor bizi çocukluğumuz. Çoğumuz o çocuğu susturmanın bir yolunu bulmuş. Bazılarınınsa böyle bir derdi yok. Onunla el ele geçiriyorlar tüm ömürlerini. Murat Sevgikuranlar onlardan biri. Nedenini tam izah edemese de çocukluğunun yakasını bırakmadığının farkında ve bundan hiç şikayetçi değil. Türkiye’nin önde gelen çizgi roman satıcılarından Murat Bey. Çizgi roman meraklıları ve koleksiyonerleri çok iyi tanıyor kendisini. 35 yıldır fiilen piyasanın içinde. Çizgi romanla mesaisi ise erken çocukluğuna kadar geri gidiyor. Kadıköy Pasajı’ndaki Pecos Bill, Teks, Ken Parker, Karaoğlan ve diğerlerinin maceralarından izlerle dolu dükkanında, özgür bir cumhuriyet kurmanın saadetini yaşıyor. Kendi dili, değerleri ve heyecanları olan bu dünyayı yakından tanımak için bize rehberlik etmesini rica ettik.

Ekim 2021

“Tarihi, müzikle anlatmayı seviyorum!”

Murat Meriç Röportajı - “Tarihi, müzikle anlatmayı seviyorum!”

Türkiye’de pop müziğin ilk örnekleri ne zaman ortaya çıktı? Pek çoğumuz bu soruya 1960’lar ve 70’ler cevabını verme eğilimindeyiz. Oysa Murat Meriç’in çalışmaları bu tarihi 1800’lerin sonlarına, ilk marş ve kanto örneklerine kadar geri götürüyor. Sonra tango, vals, jazz, rock’n roll… Toplum, dinlediği müzikle birlikte yavaş yavaş değişiyor. Müzik tercihlerini, tek başına masum bir zevk de belirlemiyor üstelik. Kulak kabarttığımız melodilere resmi otorite ve dünya siyasetinin etkisiyle karar veriyoruz. Hikaye uzun ve hayli ilgi çekici. Detayları, 1990’ların ikinci yarısından beri Türk pop müziği hakkında araştırmalar yapan Murat Meriç’ten dinleyeceğiz. Meriç, çocukluktan itibaren iyi bir müzik dinleyicisi olmuş. Üniversite yıllarında tesadüfen müzik yazıları yazmaya başlamış ve sahadaki boşluk sebebiyle kendini müzik araştırmacısı olarak bulmuş. 2006 yılında piyasaya çıkan ilk kitabı Pop Dedik’i, 100 Soruda Memleket Tarihi ve Hayat Dudaklarda Mey kitapları izlemiş…

Eylül 2021

“Türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti!”

Sabri Koz Röportajı - “Türkiye hâlâ bir yazma kitap cenneti!”

Sabri Koz, halk edebiyatı okurlarının, sahaf müdavimlerinin ve yayın dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Kendisini kitap meraklısı ve eğitimci olarak tanımlasa da aslında bundan çok daha fazlası olduğu, Sabri Bey’i tanıyanlarca bilinir. Her şeyden önce öğretmen elbette. Sonra derlemeci, makale yazarı, araştırmacı, editör… Mütevazı bir bütçeyle 50 yılda kurduğu halk edebiyatı ‘koleksiyonu’ ve ilk öğrencilik yıllarından itibaren sürdürdüğü titiz okurluğu sayesinde pek çok yayının ortaya çıkmasında büyük emeği var. Kendi ifadesiyle, çalışmakla ve öğrenmekle geçen bir ömrün semeresini, yayına hazırladığı kitaplarda cömertçe ortaya koyuyor. Eski yemek tarifleri, hikayeler, türküler ve bilmeceler gibi konularda hazırladığı derlemeler kadar sohbetine de doyum olmadığını en baştan belirterek sözü Sabri Bey’e bırakalım...

Ağustos 2021

“Entelektüel olan hiçbir şey bana yabancı değil.”

Hilmi Yavuz Röportajı - “Entelektüel olan hiçbir şey bana yabancı değil.”

Herkesin başka bir yönüyle, kendi meşrebince ilişki kurduğu insanlar vardır. Hilmi Yavuz da şairliği, eleştirmenliği, düşünceleriyle her birimiz için farklı anlamlara gelen entelektüellerden. Şairliğinin altını çizsek düşünce adamlığına haksızlık etmiş olacağız. Kendi eserlerini öne çıkarsak eleştirileriyle ufkumuzu açtığını unutacağız. Bu açmazdan kurtulmanın yolunu, eserlerini değil de Hilmi Yavuz’u inşa eden insanları ve muhiti konuşmakta bulduk. Üzerinde izi bulunan hocaları, yazarları, zamanları, şehirleri tanımak; Hilmi Yavuz’a ve eserlerine bir adım daha yaklaşma imkanı sunabilir. Ve kim bilir; 85 yıllık bu zamanda yolculukta, bize rehberlik edecek bazı ipuçları da bulabiliriz belki...

Temmuz 2021

“Varlık, ‘Türk Edebiyatı Var!’ demek için kuruluyor!”

Filiz Nayır Deniztekin Röportajı - “Varlık, ‘Türk Edebiyatı Var!’ demek için kuruluyor!”

Yaşar Nabi Nayır, çağdaş Türk Edebiyatı’nın bugün bulunduğu noktaya gelmesinde büyük emeği olan bir isim. Pek çoğumuzun cep boy edebiyat kitaplarıyla tanıdığımız Varlık Yayınları’nın da kurucusu olan Nayır, Balkan Savaşları’nın yarattığı buhran ortamı sebebiyle çocuk yaşta evini geride bırakıp Türkiye’ye geliyor. Maddi imkansızlıklar sebebiyle Galatasaray Lisesi’nden sonra eğitimini sürdüremiyor. Cumhuriyet’in kurumlarının yeni yeni tesis edildiği 1930’lu yılların başında, daha genç bir çevirmenken, Türk Edebiyatı’nın var olduğunu kanıtlamak amacıyla bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar veriyor. Günümüze dek kesintisiz devam edecek olan Varlık dergisi, büyük bir idealin meyvesi olarak 1933 yılında başlıyor yayın hayatına.

Mayıs 2021

“Türklerle ilgili çıkmış bütün dergileri topladım.”

Bülent Kutlu Röportajı - “Türklerle ilgili çıkmış bütün dergileri topladım.”

Bülent Kutlu İzmir’de yaşıyor. 44 yıldır süreli yayın toplamakta. Çizgiroman ile başladığı biriktirme serüveni Türkçü ve siyasi dergiler koleksiyonculuğu ile zirveye çıkmış. Son yıllardaki ilgi alanı fanzinler ve tiyatro dergileri.. Türkiye süreli yayın koleksiyonerleri arasında hâlâ faal birkaç büyük isimden biri…

Mayıs 2021

“Mezar Taşıma ‘Çalışmaya Doyamadan Gitti!’ Yazın…”

Nurhan Atasoy Röportajı - “Mezar Taşıma ‘Çalışmaya Doyamadan Gitti!’ Yazın…”

Nurhan Atasoy, Türkiye’nin yetiştirdiği en yetkin sanat tarihi araştırmacıları arasında ilk sıralarda yer alıyor. 1950’lerde başladığı çalışmalarını, ilk günden bugüne aynı titizlikle sürdürüyor. Bırakın kitabı, makale yazmak için bile yeterli kaynağın bulunmadığı konular, onun ilhama açık zihninde emsalsiz eserlere dönüşüyor. Osmanlı Bahçeleri ve Hasbahçeler, Derviş Çeyizi; Türkiye'de Tarikat Giyim - Kuşam Tarihi, İznik Seramikleri, Surname-i Hümayun: Düğün Kitabı, İpek: Osmanlı Dokuma Sanatı, Otağ-ı Hümayun: Osmanlı Çadırları, Yadigar-ı İstanbul: Yıldız Sarayı Fotoğraf Albümleri, Matrakçı Nasuh ve Menazilnamesi… sayısını hatırlamadığı araştırmalarından sadece bir kaçı. Nurhan Hoca kitaba ve kaynağa ulaşmanın bugüne kıyasla hayli zor olduğu yıllarda çıkıyor yola. Tek bir konu için aylarca süren yolculuklar yapıyor. Çalışmalarının kitaba dönüşmesi yıllar alıyor.

Nisan 2021

“Gırgır’ın temeli bizim evde atıldı.”

Turhan Günay Röportajı - “Gırgır’ın temeli bizim evde atıldı.”

Turhan Günay, Türk yayıncılığını ve çağdaş Türk edebiyatını en iyi bilen birkaç isimden biri. Gazeteci, yayıncı, eleştirmen ve kendisi öyle isimlendirmese de koleksiyoner. 1960’ların sonunda üniversite eğitimi almak için geliyor İstanbul’a. Ama yolunun, hayatının geri kalanını geçireceği mecraya evrilmesi uzun sürmüyor. Önce gazetecilik, sonra dönemin bütün önemli kalemlerinin katıldığı Cuma toplantıları ve elbette Oğuz Aral’la tanışması. Takvimler 1971’i gösterdiğinde henüz mühendislik fakültesi öğrencisi olan Turhan Günay, bu söyleşide boyutları hakkında fikir sahibi olacağınız tecrübeyi kazanmaya başlıyor. 70’li ve 80’li yılların gençleri Gırgır’dan tanıyacaktır kendisini. Ve okurlar tabii ki 1991’den itibaren çıkardığı Cumhuriyet Kitap Eki’nden. Sözü daha fazla uzatmadan sizi Turhan Günay’la baş başa bırakalım. Keyifli okumalar…

Mart 2021

"İyi tasarlanmış bir koleksiyon, tarih kitaplarında bulamayacağınız bilgiler sunar."

Timur Kuran Röportajı -

Prof. Dr. Timur Kuran, örneğine az rastlanır bir akademisyen. Henüz 5 yaşındayken başladığı koleksiyonculuğu, Kuran’ı anlatmak için kullanılacak ilk sıfat. İktisat tarihçisi, araştırmacı ve yazar kimliklerinin her biri; koleksiyonculuğundan besleniyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Aptullah Kuran’ın oğlu olan Timur Kuran’ı, bugün bulunduğu noktaya taşıyan unsurların başında yetiştiği çevre geliyor. Aile ortamında, henüz okuma bilmeyen bir çocuğun tüm soruları dikkatle cevaplanıyor. İlgi alanları destekleniyor ve cesaretlendiriliyor… Bazıları dünya çapında, onlarca koleksiyona sahip olan Duke Üniversitesi Öğretim Üyesi Timur Kuran’la yaptığımız bu sıradışı söyleşi, pek çok konuda ip uçları içeriyor. Öncelikle koleksiyonerlere ve koleksiyon yapmaya niyetli okurlarımıza söyleyecek çok şeyi var Kuran’ın. Ama sadece onlara değil! Tarihe ve gündelik hayatın satır aralarında gizli ipuçlarını takip etmeyi seven bizlere de… Sabırla okumanızı tavsiye ederiz…

Ocak 2021

"Bizim bir şansımız var, dünyanın en nadir pulları bizde."

Yaşar Temiz Röportajı -

Yaşar Temiz, filateli koleksiyoncularının yakından tanıdığı bir isim. Pul toplamanın bugüne nazaran çok daha muteber olduğu 1970'li yıllarda, şans eseri başlamış koleksiyon yapmaya. O zamanlar, harçlığını çıkarmak için çalışmak zorunda olan bir üniversite öğrencisi. Bütün sermayesi, mütevazı bir bütçe ve büyük bir merak. Topladıkça ilgisi artmış, ilgilendikçe de devamı gelmiş. 1980'lerin başında kurulan Burak Filateli, 40 yıl içinde Türkiye'den hatta dünyadan önemli koleksiyoncuların uğrak yeri konumuna ulaşmış. Binlerce müzayede yapmış Yaşar Bey. Bir o kadar katalog hazırlamış. Milyonlarca evrak görmüş. Sahanın en önemli isimlerini yakından tanımış. 4 kitap hazırlamış... Gelin Yaşar Temiz'in değerlendirmelerine birlikte kulak verelim...

Aralık 2020

"Hikayesiz bir yaşamın anlamı yok."

Emine Çaykara Röportajı -

Bu kez Emine Çaykara eşliğinde huzurlarınızdayız. Konuşulacak çok şey var; Arkeoloji eğitimi, çevirmenlik, biyografi yazarlığı, İstanbul'a karşı duyduğu tutkulu aşk ve tabii Halil İnalcık, Muhibbe Darga ve Oktay Sinanoğlu... Çok renkli bir kariyeri var Emine Hanım'ın. Ve biriktirdiği çok hikâye... Evinin kapısından içeri girdiğinizde atmosferin değiştiği hemen hissediliyor. Kendisi sadece bir köşeye o ismi verse de, aslında Emine Çaykara'nın evinin tamamı bir zamanda yolculuk mekânı. Duvarlarda Muhibbe Darga'dan, Mehmet Abud'dan yâdigar tablolar, masanın üstünde Halil İnalcık'ın el yazısı notları, büyükannesinin koltuğu, babasının masası, antikacılardan toplanmış dolaplar, raflar... Hikayeler ve hatıralar arasında yaşıyor yani. Çok geriye gitmiyor belki zaman makinesi ama geçtiğimiz yüzyılda çok güzel duraklarda duruyor. Buyurun siz de eşlik edin bize...

Kasım 2020

"Koleksiyon hastalık değil, iyi bir tedavi yöntemi..."

Ahmet Yamaç Röportajı -

Herkes; zaman içinde gündelik hayatın sıradanlığını aşmak için, imkanı ve ilgisi doğrultusunda bir yol bulur kendine. Ahmet Yamaç'ın bugün mütevazı bir müze boyutlarına ulaşan koleksiyonları da böyle bir meşgale arayışı sonucunda doğmuş. İşler yoluna girmiş, hayat sükunete ermişken gönül eğlemek kastıyla rotasını sahaflara doğru kıran Yamaç, 'tesadüfler neticesinde' önemli bir birikimin sahibi olmuş. Anadolu'nun farklı şehirlerindeki sahaflardan, antikacılardan, bit pazarlarından toplanan çeşitli başlıklardaki malzeme, 30 yıldır can yoldaşlığı ediyor Ahmet Bey'e. Kendisine sorarsanız berber malzemelerinden kuş kafeslerine, kitap ayracından Süheyl Ünver evrakına uzanan birbirinden farklı ve renkli koleksiyonlarla yolları ayırma vakti gelmiş, gözü de gönlü de doymuş artık.

Ekim 2020

"Herkes Günün Birinde Çocukluğunu Toplar."

Turgay Erol Röportajı -

Turgay Erol, nam-ı diğer Kaptan'ın misafiriyiz bu kez. Vitrinde sergilenen malzemeye ilgisi olsun olmasın, yolu İstiklal Caddesi'ne düşen hemen herkes Denizler Kitabevi'nin önünde bir süre oyalanmıştır. Sergilenen / satılan prestij kitaplar, nadir eserler, objeler; mimarisi ve iç dekorasyonuyla hayli davetkâr bir mekan Denizler Kitabevi. Turgay Bey 1993'te kurduğu işletmeye ısrarla 'sahaf' demiyor. Bir 'meraklısına' dükkan burası. Turgay Erol'un ilk gençlik hayallerinde olduğu gibi deniz tutkunlarına hizmet vermek için kurulsa da ilgi ve faaliyet alanı zaman içinde genişlemiş. Mottoları çok net, "Bizde olmayabilir ama nerede olduğunu bilir, sizi yönlendiririz!" Bu iki cümle Kaptan'ın meseleye ve mesleğine bakış açısı hakkında da önemli bir ipucu veriyor. 40 yıllık ilgi, 30 yıllık mesai neticesinde malzemenin geçici, bilginin kalıcı olduğunu idrak etmiş Turgay Bey. Koleksiyona ve koleksiyonculuğa da derinlemesine bilgiye erişmenin yolu olarak bakıyor.

Eylül 2020

"Kartpostaldaki imajı ne fotoğraf, ne gravür karşılar."

Murat Kargılı Röportajı -

Şu günlerde 4'üncü kitabı üzerinde çalışan koleksiyoner Murat Kargılı'nın hikayesi, bir soruyla başlıyor. Tüm koleksiyonerlerin ortak noktası olan merak ve tutku, onda bir umre ziyareti sonrası kendini gösteriyor. Kutsal şehirleri ziyaret eden hemen herkesin aklından geçen, ‘tarihinden ve ruhundan koparılmış bu şehirler 100 yıl önce nasıldı?' sorusu, isminin önüne ‘araştırmacı' vasfı eklenmesiyle sonuçlanacak bir yola sevkediyor Murat Beyi. İstanbul'un tarihi mekanlarından Kanaat Lokantası'nın işletmecisi de olan Murat Kargılı, kısa süren bir acemilik süreci sonrasında, araştırmacı titizliği ve dikkatiyle sahada kayda değer bir yer ediniyor. Mekke, Medine, Kudüs, Hac gibi konularda akla ilk gelen isim olan Kargılı, ikinci kitabı henüz piyasaya çıkmışken yenisi için kolları çoktan sıvamış bile...

Temmuz 2020

"Kitap çağlara, savaşlara, büyük aşklara tanıklık ediyor."

Hamdi Alkan Röportajı -

Sahaf camiasında, Türk Tiyatro Tarihi yazması yönünde bir beklenti olduğunu fark etmek şaşırtıcıydı bizim açımızdan. Zira herkes gibi biz de sadece oyuncu ve yönetmen kimliğiyle tanıyorduk Hamdi Alkan'ı. Sonra 90'larda sahaf çıraklığı yaptığını öğrendik. Ve tabii tiyatro tarihi konusunda iyi bir arşivi olduğunu da. Fakat bu kadarla sınırlı değilmiş Alkan hakkında bilmediklerimiz. 1980'lerin ortalarında önce Beyazıt'ta, ardından Ortaköy'de tezgâh açtığını, o tarihlerden beri, kendi tabiriyle 'ayakçılığa' hiç ara vermediğini, tesbihten Osmanlı kartpostallarına, tiyatrodan teneke oyuncaklara pek çok alanda hatırı sayılır koleksiyonlar yaptığını ve hatta günün birinde bir sahaf dükkânı açma hayali kurduğunu öğrenmek için sohbet etmemiz gerekiyormuş. Buyrun siz de katılın sohbetimize...

Mayıs 2020

"Sahaflar olmasa bu koleksiyon olmazdı!"

Rüyan Soydan Röportajı -

Ortamın verdiği ipuçlarından yola çıkarak Rüyan Soydan'ın mesleği hakkında tahmin yürütme şansınız yok. 3 duvarı kitaplıklarla kaplı odanın kalan boşlukları Şerif Muhittin Targan imzalı bir resim, hat ve ebru tabloları ve yakın tarihlere kadar kullanılıyor olsa da bugün artık 'antika' vasfı kazanmış çeşitli objelere ayrılmış. Ama kısa bir mesai; ortama tek bir ismin, Mehmet Akif Ersoy'un hâkim olduğunu anlamaya yetiyor. 2000'lerin başlarına kadar Mehmed Akif'in Rüyan Bey'in hayatındaki yeri ve anlamı hemen hepimizinkiyle aynı. İstiklal Marşı şairi olmasının yanısıra vatanperver ve ahlaklı bir insan olmasından kaynaklı bir saygı besliyor Akif'e karşı. Ancak 2002 senesinin son aylarında yaptığı Mısır seyahati yeni bir başlangıca vesile oluyor. Geçtiğimiz 15 yılda bütçesinin ve mesaisinin önemli bir kısmını işgal eden Mehmet Akif koleksiyonunu Rüyan Bey'den dinliyoruz.

Mart 2020

"Babam kitapla varolan bir adam."

Halil Bingöl ve Barış Bingöl Röportajı -

Halil Bingöl, sahaflık mesleğinin eskilerinden. 70'lerde müşteri olarak gidip gelmeye başladığı Sahaflar Çarşısı'na, 1980'de, mesleğini bir kenara bırakarak çırak olarak girmiş. Muhittin Eren, Aslan Kaynardağ, Muzaffer Ozak, İbrahim Manav gibi mesleğin eskilerini yakından tanımış, ticaretlerini gözlemlemiş. Sahaflığın geride kalan 40 yılına yakından şahitlik eden Halil Bingöl'e 15 yıldır oğlu Barış da eşlik ediyor. Barış Sahaf'ın Anadolu ve Avrupa yakası temsilcisi olan baba-oğul, mesleğin bugününü ve geleceğini de temsil ediyor.

Şubat 2020

"Okulda yalnızca 1453'ü ve Atatürk'ü öğrendik."

Nobuo Misawa Röportajı -

Prof. Dr. Nobuo Misawa, 1980'lerin ikinci yarısından itibaren Osmanlı Tarihi ve Türk Japon ilişkileri konularında araştırmalar yapan bir Türkolog. Fujio Mitsumashi ve Yuzo Nagata'dan izini takip ederek Osmanlı Tarihi çalışan Misawa'nın Osmanlı ilgisi çok erken yaşlarda başlamış. Ortaokul yıllarında okuduğu tarih kitaplarının Ortaçağ'ın iki büyük imparatorluğundan biri olan Osmanlı'dan bahsetmediğini farketmesiyle doğan merak, 40 yıldır devam eden akademik çalışmalarının temel motivasyonu olmuş. Yüksek lisansta, hem de hiç Türkiye'ye gelmeden Malatya tarihi ve Dulkadiroğulları Beyliği'ni çalışan Nobuo Misawa'yı bugün meşgul olduğu konulara çeken ilk büyük araştırma ise Türk Japon ilişkilerini başlattığı varsayılan Ertuğrul Fırkateyni kazası...

Ocak 2020

"Kendimi hep Nâzım'a ve Ahmed Arif'e yakın hissettim."

Haluk Oral Röportajı -

Haluk Oral, Boğaziçi Üniversitesi'nden emekli bir matematik profesörü. Başlıca çalışma konuları; kodlar teorisi, şifreleme ve kombinatorik. Ancak Hoca'yı tanıyanların sadece bir kısmı bu ihtisasını biliyor. Matematik sahasındaki çalışmalarının detaylarındansa, meslektaşları ve öğrencileri dışında pek kimsenin haberi yok... Bizim için Haluk Oral, Türkiye'nin en büyük imza koleksiyoneri. Tarihçi olmasa da Çanakkale Savaşı'nı ve cephe gerisini en iyi bilen isimler arasında. Edebiyatçı değil ama Nâzım Hikmet ve Orhan Veli denildi mi gözler Hoca'ya dönüyor... Oral'a mesleğinin yanında yeni ihtisas sahaları kazandıran çalışmalarının ilk tohumları, çocukluk yıllarında okuma merakıyla ekilmiş. Uzunca bir süre filizlenmeyi beklemiş o tohumlar. Yüksek Lisans sonrası Kanada'da kendisine hediye edilen imzalı Nazım Hikmet kitabı, toprağına can suyu olmuş adeta.

Aralık 2019

"İçime Süheyl Ünver'in ruhu kaçmış sanki."

Mert Sandalcı Röportajı -

Mert Sandalcı'nın Nişantaşı'ndaki ofisindeyiz. Yine yoğun bir çalışma döneminde. Üniversitede Eczacılık Tarihi dersi vermeye devam ediyor. Bir yandan da İzmir merkezli bir projenin içinde. Kendisinin, sahaya yeni girdiği yıllarda uyguladığı yöntemle tanıtalım Sandalcı'yı. 1980'lerin ortalarına kadar büyük ve başarılı işler yapmış bir İnşaat Mühendisi Mert Bey. Aslında hiç aklında yokken, bir anda ve dramatik bir şekilde farketmiş yapmakta olduğu işin onu geleceğe taşımayacağını. Her biri alanında büyük boşluklar dolduran kitapların, bir benzeri olmayan koleksiyonların arkasında işte o yüzleşme var. İlk kitabı Max Fruchtermann Kartpostalları 2000 yılında çıkmış piyasaya. O tarihlerden beri giderek artan bir hızla araştırmaya ve yazmaya devam ediyor. Yaptığı işleri ilk günkü heyecanıyla anlatıyor. İlginçtir, neredeyse her başlık çocukluğuna görünmez bağlarla bağlıyor Sandalcı'yı.

Kasım 2019

"20 sene sonra 'Çıraklık bitti!' dedim."

Lütfi Bayer Röportajı -

Lütfi Bayer, 30 yıl önce eğitimini aldığı meslek yerine kitapçılık yapmaya karar verdiğinde niyet etmiş Babil Kitaplığı'nı kurmaya. İşi kitap satmak olan biri için gerçekleştirilmesi zor bir hayal. Ama imkansız değil! Nitekim Lütfi Bey, Babil Sahaf çatısı altında kitap kitap yükseltiyor kulesini. Selimiye Kışlası'nın devasa bir sahaf işliğine dönüştürülmesi fikri karşılık bulsa, hedefi asıl o zaman gerçekleşecek. Ancak ülkenin yakın geçmişini hurda depolarından, eskicilerden, boşaltılan evlerden çıkan malzeme ışığında değerlendiren Lütfi Bayer, pek de iyimser bir tablo çizmiyor.


Ekim 2019

"Devleti bulsam müzeler kuracaktım!"

Zeki Kuşoğlu Röportajı -

Kadıköy'de bir hanın 2. katı. İçerideki kalabalık, yarı açık durumdaki sürgülü kapının sınırında son buluyor. Koltuklar için açılan yer dışında boşluk yok odada. Duvarlar, yerler, masa ve sehpaların üstü, birbiriyle bağlantısını sadece Zeki Bey'in kurabileceği binlere objeyle dolu. Bir ömrün hülasası var karşımızda. Hangi malzemeyi elimize alıp konuşmaya başlasak mevzu aynı yere, Mehmet Zeki Kuşoğlu'nun hayat gayesine gelecek; sahip çıkanı az bir kültür dünyasına hizmet etmek. Gaziantep'te, zenaatkâr bir aileye doğmuş Kuşoğlu. 4 yaşında heykel yapmaya başlamış. Sonrası bilindik hikaye; ilk ve orta öğrenim yılları boyunca resim kabiliyetiyle öne çıkmış, sınıf arkadaşlarının ödevleri onun elinden geçmiş. Nihayet Güzel Sanatlar Akademisi ve devlet bursuyla gittiği Almanya. Biz buradan sonrasını konuşuyoruz, zira 5 yıl kaldığı Avrupa'dan başka bir insan olarak dönmüş Zeki Bey. Mevzunun bizi daha çok ilgilendiren kısmı da o zaman başlamış...

Eylül 2019

"Türkan Şoray'la ilk röportajı ben yaptım."

Agah Özgüç Röportajı -

Agah Özgüç, Türk Sineması tarihi açısından önemli bir isim. Kendini 'sinema tarihçisi' kabul etmese de Yeşilçam'a dair pek çok bilgi ve belge, onun sayesinde kayda geçti. 1960'da gazetecilikle birlikte başladığı koleksiyonu sayesinde yapım şirketlerinde ve sanatçılarda bile olmayan döküman ve görüntünün günümüze ulaşmasını sağladı. Sayısını bilmediği kitaplarına bir yenisini eklemek üzere son hazırlıkları yapan Agah Özgüç'le sohbetimiz, Yeşilçam filmlerinin afişleriyle dolu bir koridorda başladı. Sedat Simavi'nin çektiği, ancak şimdiye dek hakkında hiçbir kayıt bulunmayan iki filmle ilgili yeni belgeler yer alacak bu çalışmasında. Heyecanı hâlâ dipdiri. Kafasında ve arşiv dosyalarında yazılmayı / yayınlanmayı bekleyen çalışmalar sıranın kendilerine gelmesini bekliyor...

Ağustos 2019

"Kitabı ve arabayı Ankara'dan alacaksın!"

Güven Özgüç Röportajı -

Güven Özgüç, Ankara'nın genç sahaflarından. Piyasaya, evlerden ve hurdacılardan kitap aktığı günlere yetişememiş. Kaynak, malzeme ve müşteri eskiyle kıyaslanamayacak kadar değişmişken mesleğe yeni bir dil kazandırmaya çalışan esnafa iyi bir örnek teşkil ediyor Güven Bey. Ankara piyasası ve yeni neslin sahaflığa bakışını öğrenmek istiyorsanız buyrun başlayalım...

Temmuz 2019

"Koleksiyonculuk da matematik gibi bir bilim!"

Korkut Erkan Röportajı -

Ankara, Tunalı Hilmi'de, içi binlerce objeyle dolu bir mekan. Gözünüz neye değse, yarım kalmış bir anlatı beliriyor önünüzde. Geçmiş, hiç bitmiyor zira. Ona temas eden her yeni insanla, başka bir anlam kazanarak devam ediyor. Korkut Erkan ve eşi Nur Hanım 25 yıl önce açmış Eski Zaman Sanat ve Kültür Merkezi'ni. Adı bu ama biz şirin bir 'antikacı' dükkanından bahsettiğimizi söyleyelim ki hayalinizde canlandırmanız kolay olsun. Fakat sıradan bir mekan değil burası. İki kişinin emeği neticesinde bu küçücük dükkandan; bir dernek, 20 yıldır devam eden bir müzayede ve onlarca kitap ve sergi doğmuş. Korkut Bey, hatırı sayılır bir koleksiyoncuyken kaderin cilvesiyle kendini tezgâhın diğer tarafında buluvermiş. Ve başkalarının 'bitti' diyebileceği yerden, yepyeni bir yola çıkmış. Bize sorarsanız iyi de yapmış. Buyrun kendisinden dinleyelim...

Haziran 2019

"Ağabeyimin çalışmalarından hastalığından sonra haberdar olduk!"

Belma Aksun Röportajı -

Belma Aksun, kökü Balkanlara dayanan bir Osmanlı ailesine mensup. Dedelerden itibaren bütün aile çeşitli kademelerde devlet hizmetinde bulunmuş. Belma Hanım da uzun yıllar gazetecilik yaparak dahil olmuş bu halkaya. 1940'lı yılların Konya'sında büyüyen Aksun'un hayatında pek çok insanın izi var elbette. Ancak en kalıcı etki şüphesiz ki ağabeyi tarihçi, yazar Ziya Nur Aksun'a ait. 46 yaşında felç geçiren Ziya Nur Bey, o zamana kadar, en yakınındakilere dahi sezdirmeden önemli işler yapmış, eserler vermiş bir isim. Belma Aksun'dan Konya'dan İstanbul'a resimden gazeteciliğe pek çok şey dinledik elbette. Ancak söyleşinin asıl konusu, 2010 yılında kaybettiği ağabeyi Ziya Nur Aksun'du...

Mayıs 2019

"Doymayan bir iştahım var."

İsmail Kemal Sayğan Röportajı -

Herkesin kabul ettiği gibi koleksiyonerlik, bir aşırılık meselesi. Önlenemez bir sahip olma, biriktirme arzusu. Avukat İsmail Kemal Sayğan, "doymayan bir iştah" diye tanımlıyor kendi durumunu. Ancak doyuma ulaşan her koleksiyon zamanla yol ayrımına getiriyor sahibini. Hikaye er ya da geç; kişinin ve koleksiyonun imkanına göre kütüphane ya da müze kurmak, bağışlamak ya da pes edip elden çıkarmak şeklinde sonuçlanıyor. İsmail Bey, üniversite yıllarından beri defalarca farklı temalarda koleksiyon yapmış, her birini bir sebeple noktalamış bir koleksiyoner. Bazen hayatî ihtiyaçların bile önüne geçebilen bir tutkuyu ıslah etmek, vazgeçmek, yok saymak o kadar da kolay olmuyor. Olmamış nitekim. Defalarca 'Bu son!' dedikten sonra bakmış ki sözünü tutamıyor, kızına bir sahaf dükkanı açmakta bulmuş çareyi... Öncesini ve sonrasını kendisinden dinleyelim...

Nisan 2019

"Bizim oksijenimiz kitap!"

Ahmet Yüksel Röportajı -

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçerken yaşanan dönüşümün önemli kararlarından biri, başkentin İstanbul'dan Ankara'ya nakledilmesiydi. Bu karar, sadece siyasetin merkezini değiştirmiyordu. Aynı zamanda kültürel birikimin toplanacağı yeni bir havuz ortaya çıkmıştı. 1920'lerde orta halli bir Anadolu kasabası görünümündeki Ankara, yeni kimliğini hızla benimsedi. Şehrin, günümüzde pek çok önemli temsilcisi bulunan ilk kitapçıları da o tarihlerde kuruldu. 1980'lerin ikinci yarısından itibaren Sanat Kitabevi'nde Ankaralı kitapseverlere hizmet sunan Ahmet Yüksel; kendi tecrübeleri, meslek büyüklerinden dinledikleri ve okuduklarından hareketle Ankara kitapçılığının yakın geçmişine bir seyahate çıkardı bizi. Ulus'ta kurulan ilk sahaf tezgâhları, merkezin 1950'lerde Kızılay'a kayışı; eski konaklardan, Bâlâlı eskicilerden sahaf dükkanlarına akan envai çeşit kitap ve tabii insanlar ve anılar... Ahmet Yüksel rehberliğinde 100 yıllık bu gezide bizi eşlik etmek isterseniz buyrun...

Mart 2019

"Ramses değiliz ki tombak buhurdanla gömülelim!"

Bahattin Öztuncay Röportajı -

Koleksiyoner, araştırmacı ve Arter Genel Koordinatörü Bahattin Öztuncay, 1990'ların ikinci yarısından itibaren imza attığı her işle adından söz ettirmiş önemli bir isim. Viyana'daki öğrencilik yıllarında başlayan tarih ve koleksiyon merakı zamanla hobi olmaktan çıkıp yeni bir iş alanı açmış Bahattin Bey'e. 2000 yılında faaliyete geçen Arter'de, önemli sergi ve kitap projeleri yapan ekibin başında bulunan Öztuncay, aynı zamanda Koç Holding'de üst düzey yöneticilik yapıyor. Ömer Koç'u ve koleksiyonunu da yakından tanıyan Bahattin Öztuncay'la şahsi çalışmalarını ve Ömer Koç koleksiyonunu konuştuk. İyi okumalar...

Şubat 2019

"Etrafta kitap olunca kendimi güvende hissediyorum."

Saadet Özen Röportajı -

Saadet Özen; mektepli bir arkeolog, alaylı edebiyatçı, profesyonel rehber ve sahada yeni bir tarihçi... 10 yılı aşkın süredir, iddiadan uzak bir tavırla; belgeseller, kurum ve şehir tarihi çalışmaları, müze ve arşiv projeleri gibi önemli işler yapıyor. İki yıl kadar önce başladığı sosyal medya paylaşımlarından önce, Saadet Hanım'dan ve işlerinden sınırlı bir çevre haberdardı. Yapımına katkı sağladığı belgeseller aracılığıyla tanıştığı film arşivleri, onun gibi pek çok takipçisi için de yeni ufuklar açtı. Saadet Özen'le Nakkaliye'de; babasının marangoz tezgâhından devşirdiği masasının başında buluştuk. Makedonya'dan Rusya'ya, Yeni Zelanda'dan Hollanda'ya dünyanın çeşitli yerlerindeki arşivlerden bulup çıkardığı görüntülerden hareketle projelerini, yakın geçmişte yeniden şekillenen tarihçilik anlayışını ve görüntülerin hangi katmanlarda hangi sorulara cevap verdiğini konuştuk. Buyrun sohbete...

Ocak 2019

"Büyük bir edebi birikim kaybolup gidiyor."

Selim İleri Röportajı -

2018'de yazarlığının 50. yılını kutladığımız Selim İleri, yazdıkları kadar hatırladıkları ve aktardıklarıyla da Türk edebiyatına eşsiz bir hizmet sunmaya devam ediyor. İleri'nin edebiyatla bağı ilk çocukluk günlerinde başlıyor. Anne, baba ve ablasının farklı zevklere hitap eden kitaplıkları; öğle uykusuna yatırılırken dinlediği masallar; Kadıköy'de, Beyoğlu'nda, Cağaloğlu'nda ilk kitaplarını aldığı kitapçılar, yazmayı bir tutku olarak benimsemesine sebep olan ilk okuma tecrübesi... neredeyse ilk günkü tazeliğiyle duruyor hafızasında. İleri, onu bugünlere taşıyacak bir muhitin içine doğuyor adeta. Yolu, Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı'nın pek çok önemli kalemiyle kesişiyor. Attila İlhan'dan Cemal Süreya'ya, Peride Celal'den Yakup Kadri'ye ve Kemal Tahir'e ve Behçet Necatigil'e pek çok isim bir görünüp kayboluyor. Her birini önce okur ama bunun yanında öğrenci, dost, dert ve sohbet arkadaşı sıfatıyla anlatıyor İleri...

Aralık 2018

"Askerde kitaplarımı toprağa gömüyordum."

Mevlüt Ceylan Röportajı -

Mevlüt Ceylan, Türkiye ve Ortadoğu'daki yazma eserler konusunda uzman bir isim. Mesleğe, tesadüfler sonucu Şam'da başlıyor. Türkiye'ye yerleşmeden önce İran, Beyrut, Mısır başta olmak üzere Arap coğrafyası literatürü konusunda kayda değer bir tecrübe kazanıyor. 20 yıllık profesyonel hayatın gerisinde, tüm hayatı boyunca devam eden kitap tutkusu var. Yatılı okulda, askerde, üniversite öğrencisi olarak gittiği Suriye'de bu tutkunun izini sürerek buluyor yolunu. Detayları kendisinden dinleyelim...

Kasım 2018

"Bizim toplum kitabın bir meta olduğunu henüz anlamış değil."

Hakan Erdem Röportajı -

Y. Hakan Erdem, Osmanlı tarihine ilgi duyanların aşina olduğu bir isim. Tarihçilik tarzı, eserleri, tartışmalı ya da tartışması uzun zaman önce kapanmış konulara yönelik yaklaşımıyla ortalamanın dışında bir 'tarihçi' profili sergiliyor. Subjektif yorum yapmaktan kaçınan, bir belgenin, üzerinden asırlar geçtikten sonra bile yeni bir gözle bakmayı başaranlara yeni şeyler söyleyebileceğine inanan Hoca, yaşanmış tecrübelerden hareketle varıyor bu düşünceye... Hakan Erdem, 70'li yılların sonlarından beri sahaf müşterisi. O ortamlarda çok insan görmüş, çok kitap ve belgeyle temas etmiş ve haliyle çok 'hikâye' biriktirmiş. Zira Hakan Erdem'e göre 'Kurumsallaşmanın olmadığı yerde anekdot birikiyor!' Buyrun birlikte dinleyelim...

Ekim 2018

"Eşyaya sinmiş rüyalar alıp satıyoruz."

Bahtiyar İstekli Röportajı -

Günümüz sahaflığından bahsedilecekse akla ilk gelecek isimlerden biri, Bahtiyar İstekli olmalı. İstekli'nin İstanbul sahafları arasında geçirdiği 30 yıl, bir yakın tarih panoraması sunuyor bize. Sahaf dükkanlarında alınıp satılan malzemenin ve o malzemeye talip olan müşterinin geçirdiği dönüşüm, içinde bulunduğumuz kültür ortamına dair yabana atılmayacak ipuçları içeriyor. Osmanlıca evrak konusunda ihtisas sahibi olan İstekli'nin esnaf, araştırmacı ve yazar olarak çizdiği çerçeve, sahafiye malzemenin ifade ettiği mânâyı da etraflıca ortaya koyuyor.

Haziran 2018

"Efemeranın Önemini Geç Farkettim."

Haluk Perk Röportajı -

Haluk Perk, sanat tarihi ve arkeolojik eser koleksiyonculuğu ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı bir isim. Sahaya geç sayılabilecek bir dönemde, 1980'lerin ikinci yarısında girmiş olsa da pek çok başlıkta dünya çapında koleksiyonlar oluşturmuş durumda.

Mayıs 2018

"Koleksiyon yapmak, Taksim Meydanı'nı karış karış satın almak gibidir."

Uğur Güracar Röportajı -

Librarie de Pera, 1900'lü yılların ilk yarısından beri İstanbul kitapçılık tarihi açısından önemli bir yere sahip. Uğur Güracar, bu yüz yıllık hikayeye 1984'te dahil oluyor. Kuruluşundan itibaren azınlık mensubu isimler tarafından işletilen Librarie de Pera'yı Talya Nomidis'ten devralan Güracar, o tarihten itibaren Türkiye sahaflığı açısından önemli işlere imza atıyor. Cumhuriyet tarihinin ilk kıymetli kitap müzayedelerinin altında, Librarie de Pera yani Uğur Güracar imzası bulunuyor.

Nisan 2018

"40 yıllık hayalim şimdi gerçekleşiyor."

Mary Işın Röportajı -

Türk kültürüyle tanıştığı yıllarda, yemek kitabı yazmak niyetiyle eline kalem alan Mary Işın, bugün Türk Mutfak Kültürü sahasında hatırı sayılır bir isme sahip. Araştırmaları derinleştikçe çerçevesi; tarih, antropoloji, sosyoloji disiplinlerini de kapsayacak biçimde genişlemiş. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye'de de insanların neyi kaybettiklerini yeni yeni anladıklarını düşünen Işın'ın öncelikli gayesi, Türkiye'nin doğru yüzünü göstermek...

Şubat 2018

Okur, Yazar Bir Sahafın Sandık Odasından...

Sahafname Kitabı Hakkında - Okur, Yazar Bir Sahafın Sandık Odasından...

Hep; eski, nadir eserlerden, koleksiyonlardan bahsedecek değiliz ya, bu sefer de dumanı üstünde bir kitap hakkında söyleyeceklerimiz var. Emin Nedret İşli'nin geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan Sahafnâme kitabından söz ediyoruz. Kitap yeni olsa da içeriği NadirKitap takipçilerini yakından ilgilendiriyor. Turkuaz Sahaf Nedret Bey; mesleği sayesinde haberdar olduğu, gördüğü, alıp sattığı ve hatta bir kısmını şahsi koleksiyonuna kaydettiği evrak hakkında kaleme aldığı yazılarda kıymetli bilgiler veriyor.

Şubat 2018

"Bende fren yok, beşinci vitesle gidiyorum!"

Halil Üner Röportajı -

Halil Üner, basketbol severlerin yakından tanıdığı bir isim. Başarılı spor kariyerinin ardından aralarında Fenerbahçe, Galatasaray ve Milli Takım'ın da bulunduğu çok sayıda kulüpte antrenörlük yaptı. Sağlık sorunları sebebiyle basketbol kariyerine son veren Üner, tutkulu bir karaktere sahip. 10 yaşında başladığı basketbol ilk ve en büyük tutkusu mutlaka. Ancak yine çocukluk yıllarında kendini gösteren ve 'emeklilik' günlerine kadar pusuda bekleyen ikinci bir ibtilası daha var; koleksiyonerlik.

Aralık 2017

"Göbek Bağımı Sahaflar Çarşısı'na Gömmüşler."

Turan Türkmenoğlu Röportajı -

Turan Türkmenoğlu, büyükbabasından ve babasından devraldığı sahaflık mesleğini, Beyazıt'taki Sahaflar Çarşısı'nda sürdürüyor. Türkmenoğlu ailesinin hikayesi ve Turan Bey'in ilk çocukluk günlerinden itibaren biriktirdiği anılar, mesleğin tarihi açısından önemli izler taşıyor...

Kasım 2017

"Başkaları gibi tanınmış değilim ama!"

Semavi Eyice Röportajı -

Karşımızda, mükemmeliyetçi yapısına uygun bir titizlikle oturuyor Semavi Eyice. Yaşadıklarının, yaptıklarının ve umduklarının ortaya koyduğu gibi, bir 'Eski zaman efendisi' o. Bu sebeple sonraki nesillerin içinde bulunduğu rahatlığı, görece ihmâlkârlığı anlamakta zorlanıyor.

Ekim 2017

Yaşar Kemal Sahaflar Çarşısı'nda

Yaşar Kemal Sahaflar Çarşısı'nda - Yaşar Kemal Sahaflar Çarşısı'nda

Yaşar Kemal, 1954'te Cumhuriyet gazetesi için muhabirlik yapmaktadır. Soğuk bir Ocak gününde, akşamüstü yolu Beyazıt'a, Sahaflar Çarşısı'na düşer. Belli ki planlı bir ziyaret değildir bu. Ancak anlatılanlar dikkatini çekmiştir. O ziyarette gördüklerini ve Muzaffer Ozak'la konuştuklarını gazete için kaleme alır.

Cumhuriyet Gazetesi, 5 Ocak 1954

"Ben Değil Zaman Biriktirdi!"

Sermet Erkin Röportajı -

Çocukluğu 70'li ve 80'li yıllarda geçenler arasında Sermet Erkin'i tanımayan yoktur. Sahne üstünde sergilediği performansı soluksuz izlerken perdenin gerisinde de en az sihirbazlık numaraları kadar etkileyici bir hayatı olduğundan habersizdik...

Ağustos 2017

"Kitap sanatında zincir koptu!"

Fatih Hündür Röportajı -

Eskiden tek bir kitapta toplanan geleneksel sanatların şimdi çerçeveye hapsedildiğini söyleyen Mücellit Fatih Hündür, "Üstad olarak gördüğüm, yaptığı her işe hayranlık duyduğum kişi odur!" dediği Necmettin Okyay'ın rehberliğinde ilerlediğini belirtiyor.

Haziran 2017

"Alamadığıma değil göremediğime yanarım!"

Emin Nedret İşli Röportajı -

Emin Nedret İşli konuşurken; yakın tarihin pek çok mühim ismi hatıralar sahnesinde bir görünüp bir kayboluyor. Politikacılar, iş adamları, akademisyenler, eski kitap tozu aldıktan sonra bir daha iflah olmamış koleksiyonerler... Enderun Kitabevi'ne adım attığında henüz 10'lu yaşlarının başında olan İşli, sahaf dünyasının 40 yılını anlatıyor...

Mayıs 2017

"Yeni şeyler konusunda cahil kalma hakkımı kullanıyorum!"

Musa Dağdeviren Röportajı -

Musa Dağdeviren, geleneksel Anadolu mutfağını büyük bir titizlik ve başarıyla sunan Çiya restoranlarının sahibi. Nizip'te, hafızasındaki canlılığını bugüne kadar koruyan 'hayat'lı bir evde doğmuş. 10'lu yaşlardan beri, o zenginliğin kaybolmasına mani olmak için çalışıyor!

Nisan 2017

"Kitap, bir yatırım aracına dönüştü."

Asuman Bektaş Röportajı -

"Şimdi insanlar, kitabı bir yatırım aracı olarak görüyor. Kitapların koleksiyonlara girmesi belli bir disiplin içinde muhafaza edilmelerini sağlıyor. Bu bilinç daha çok oturmadı. Ama insanlar biliyor ki, birgün o kitabı artık istemediğinde ondan para kazanabilecek..."

Şubat 2017

"Bir hurdacının genlerini taşıyorum!"

Osmantan Erkır Röportajı -

Biz Osmantan Erkır'ı ulusal televizyonlara yaptığı büyük çaplı prodüksiyonlardan tanıyoruz. Popstar Alaturka, En Zayıf Halka, Kim 500 Milyar İster gibi pek çok yapımda imzası var. Ancak bu kadar göz önünde olmasına rağmen hiç bilinmeyen bir yönü daha var Erkır'ın. O, aynı zamanda iyi bir koleksiyoner.

Ocak 2017

"Bu işte satan değil alan kazanır!"

Lütfü Seymen Röportajı -

Sahaf camiasının en kıdemli isimlerinden Lütfü Seymen, alınıp satılan eserlerin niteliği değişse de insanlık var olduğu sürece sahaf müşterisinin de sahaflığın da bitmeyeceği kanaatinde...



Aralık 2016

"Eski tarz sahaflığın zamanı doldu."

Prof. Dr. İsmail Erünsal Röportajı -

Sahafların kültür ortamında yetişen, akademik çalışmalarını o ortamlar sayesinde eriştiği evrak üzerinde inşa eden Osmanlılar'da Sahaflar ve Sahaflık kitabının yazarı Prof. Dr. İsmail Erünsal'la sahaflığın yakın tarihini ve geçirdiği dönüşümü konuştuk...

Kasım 2016